-İkinci Mektup-

           

İlk mektubu okuduktan sonra hemen tekrardan kutuya koydum, iyice kapattım. Bu kutunun çok bilinmeyene gebe olduğunu düşünüyordum. Aslında kutuda pek bir şey yoktu. Ben çocukken alınmış birkaç oyuncak, muhtemelen bebekken giydiğim patiklerim, bir de ilkokul karnem vardı. Bunlardan ziyade benim için son derece önem arz eden şey, bu mektubun varlığıydı. Annemin defin işleri, gerekli merasimlerin hepsi dün sabahtan akşama kadar organize edilip bitirilmişti. Bugün düne göre pek bir kalabalık yoktu o yüzden. İki kardeşim eşleri ile beraber, eşim ve çocuğum ek olarak da birkaç kadim dost. Hepsi bu kadardı. Cenazenin ertesi günü olduğu için kimse neden ağladığıma, gözlerimin ağlamaktan kızarmış olmasına, omuzlarımın çökmüş hâline dikkat etmemişti elbette. Ama elimden bu kutuyla çıkmam belki dikkatli birkaç kişiyi uyandırmış olabilirdi, o da umurumda değildi. Yavaşça merdivenleri inip büyük koridora geçtim. Oradan da dışarı çıkıp doğruca arabama gittim. Kutuyu bagajdaki örtünün altına yedek lastiğin yanına yerleştirdim. Hiçbir şey olmamış gibi tekrardan doğruca bizimkilerin yanına çıktım ve oturdum. Saat on ikiyi yavaşça geçerken en küçük kardeşim eşiyle beraber doğruldu. Artık gitmeleri gerektiğini, çocuğun evde yalnız olduğunu bahane ederek söylediler. “Aslında kalabiliriz isterseniz.” diye de sormuş olmak için birkaç şey gevelediler, pek kulak asmadım. Ben zaten hepsinin gitmesini istiyordum, aklım diğer mektuplardaydı. Bir an önce ne kadar mektup varsa bulmalıydım. Onlar kalkarken annemin çocukluk arkadaşı da “Beni de geçerken bırakıverseniz.” diyerek takıldı peşlerine. Ortanca kardeşim de burada bulunduğu için pek memnun olmadığını her fırsatta belli ediyordu. Ofluyor, pufluyor, saatini kontrol ediyor, kocasını dürtüyordu. Ben ise içimden aynı şeyi geçiriyordum: “Bir an önce siz de gidin!” İki saat boyunca tek tük konuşarak genelde derin derin “huh” çekerek oturduk. En sonunda onlar da kalktı. Diğer dostlar da onların peşine takıldı. Hepsi giderken yüzleri bir anda ciddileşiyor, kaşlarını çatıyor, yanıma sokularak güç duyulur bir sesle: “Miras işini hafta içi hallederiz abi.” diyordu. İkisi de aynı şeyi, aynı biçimde telaffuz ettiğine göre bunlar çoktan paylaşımı yapmış diye düşündüm. İkisine de cevap vermedim, sadece başımı sallamakla yetindim. Gördüğünüz gibi aile bağlarımız pek de kuvvetli değildi. Onlar gittikten sonra eşimi ve çocuğumu da eve bırakmak için bir süre daha savaşmam gerekti. Eşim bir türlü ikna olmuyordu. Onu, “Bana iyi gelecek, çok gecikmem.” diyerek bir şekilde ikna edebilmiştim. Eve bırakıp geldikten sonra gıcırdayan basamakları koşarak çıktım. Annemin odasına girdim ve kapıyı arkamdan kapattım. Birinden saklanıyormuşum gibi ellerimi arkamda birleştirip kapıya yaslandım, hızlı hızlı soluk alıp veriyordum. Biraz öylece heyecanımın yatışmasını bekledim. Mektubu düşündükçe anneme karşı hem kızıyordum hem de yumuşuyordum. Kızıyordum, bu mektupları daha önce neden vermedin? Bunların varlığını neden ölene kadar sakladın? Yumuşuyordum, ölürken de olsa bana çocukluğumu verdin. Son mektubu bırakarak diğerlerini de bulmamı istedin. Böyle değişik ruh hâlleri içerisindeydim. Bunları düşünecek vaktim çoktu, o yüzden bir an önce diğerlerini bulmalıydım. Eğer annem, onları da bulmamı istiyorsa -ki öyle düşünüyorum- o zaman basit bir yerde olmalılar. Basit ama neresi? Bir kadın hem de eşini kaybetmiş, çocuklarını daha yaşarken kaybetmiş bir kadın, varını yoğunu nereye saklar ki? Kolaylıkla ulaşacağı bir yer olmalı. Çünkü tek arkadaşı bu kâğıt parçaları ya da sığınabileceği anılar. Evet, o zaman kesin basit bir yerde. Ama nerede? Ev iki katlı, toplamda yedi odadan oluşan ahşap bir bina. Bütün odaları aramam gerekirse işim çok zor. Ama nedense içimden bir ses her şeyin burada, yatak odasında olduğunu söylüyor. En çok vakit geçirdiği yer de şüphesiz burasıydı, özellikle de son yıllarda. Yatağın başında bulunan komodinler, evet burada olmalılar. Karıştırıyorum. İki çekmeceli, çekmeceleri tek tek açıyorum. Oralarda bulunan çamaşırların içine bile bakıyorum ama iki tarafta da hiçbir şey yok. Yılmıyorum, ilk aklıma gelen yerde olmadıklarından emindim aslında. Her bulamadığımda bir diğer ihtimal daha da kuvvetlenecek diyorum. Elbise dolabı. Büyük aynalı, iki kapaklı. Kapakları kaydırıyorum. Biraz zaman harcamam gerekecek burada. Sağ tarafta kendi eşyaları, solda ise hâlâ babamın eşyaları duruyor. Böyle bir şeyle karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Bu görüntü beni daha bir beter hâle sokuyor ve sadece orayı kurcalamaya başlıyorum. Kazakların ve tişörtlerin yığılı olduğu bölümü tek tek indiriyorum ve arkada daha da büyük bir kutu beni karşılıyor. Aradığım şeyin bu olduğuna eminim, hem de hiç olmadığım kadar. Ama nedense bir türlü cesaret edemiyorum. Elim gitmiyor, olduğum yerde hareketsizce kutuyu izliyorum. Ne kadar bu şekilde kaldığımı hatırlamıyorum ama duvardaki saatin saat başı olduğunu ilan eden boğuk bir melodiyi andıran çınlamasıyla kendime geliyorum. Dualar okuyarak kutuyu olduğu yerden kaldırıp odanın ortasına, tam da avizenin altına koydum. Üzerinde bir kilidi var ama kapalı değildi. Gülümsedim. Bulmamı istiyordu, diye düşündüm. Kutuyu açtığımda içinde bir mektup yığınıyla karşılaştım. Yıllardır uğrunda çabalayarak ağaların, paşaların hazinesini bulan garip defineci gibi sevinç çığlıkları atmak istedim ama tuttum kendimi. Mektupları elime aldım, dört bir yanında geçirilip ortasına düğüm atılmış ipi çözdüm. Beklediğim kadar çok değildi. Saydım, tam on tane mektup var, hepsi de gönderiliş sırasına göre dizilmişti. Hemen aceleyle ve merakla ilk mektubu açtım. Tarihi daha eski olduğu için baya yıpranmıştı. O yüzden annem onlara numara vermişti yoksa sıralamam biraz zamanımı alabilirdi. Üzerinde yazılanlar, yapıştırılan pullar maalesef okunmuyordu. Zarfı açıp mektubu çıkardım. Yıpranmış olsa da yazı hâlâ müthişti. Bu da kısa bir mektuptu, hızlıca göz gezdirdim. Silinen, okunması güçleşen sözcükleri annem üzerinden giderek yenilemişti. Sığınacağı tek limanı kaybetmek istemeyen bir kadının çırpınışları geldi gözümün önüne, ağlamaya başladım:

         

“Ayrılırkenki hâlin gözümün önünden gitmiyor bir türlü. Ama sen güçlü bir kadınsın, dik durmalısın. Çocuklarımızın karşısına güçsüz, yıkılmış bir vaziyette çıkmanı katiyen istemem. O yüzden rica ediyorum, toparla kendini. Hem kendine hem de karnındaki yavrumuza zarar veriyorsun. Lütfen dirayetli ol. Seni ve çocuklarımızı böyle bırakıp gitmek istemezdim ama mecbur kaldım, biliyorsun. Planladığım gibi olursa kısa bir süre sonra tekrar birlikte olabileceğiz. Buraya geleli henüz bir hafta oldu ama hemen bu mektubu yazmak istedim. Bilmem eline ne zaman ulaşır. Ulaşır ulaşmaz cevabını muhakkak bekliyorum. Seni, evlatlarımı ve doğacak bebeğimizi çok seven kocan.”

           

Ne, doğacak bebek mi? Ama böyle bir şey nasıl olabilir ki? Annem mi annem değil, babam mı babam değil? Her şeyi hatırlamasam da babam giderken iki kardeşim olduğunu dün gibi hatırlıyorum. İyi de o zaman bu üçüncü ama bilinmeyen kardeşim kimdi? O zaman kardeşim nerede? Zihnimdeki sorulardan sadece birkaçıydı bunlar. Bu soruların cevabını öğrenebilecek miydim, bilmiyorum. Tek umudum bu mektuplardı.

Mayıs 2020/ Taşlıçay