***

Balım, nerede kaldın? “Kafamı toparlayıp geri döneceğim, merak etme,” dediğinden beri saniyeler, saatler, günler, haftalar, aylar geçti. Sıkıntının ne olduğunu tam soramadım da utandığım için karşında, biliyorsun. Ne yapıyorsun kim bilir... Tohum deneyiniz başarılı oldu mu, hani yeşertecektiniz uygun ortamı hazırlayıp? Umarım filizlenmiştir, bunun için çok emek verdin doğrusu. Yerçekiminin olmaması seni bunaltmıştır, eminim, ayaklarını yere sağlam basmayı seven bir insansın sen, hehe (gördün mü, kelime oyunu). 

Hiç, ne olsun, ben de sandalyede oturuyorum ve düşünüyorum. İçimde bir sıkıntı var, canım, nedenini bilmiyorum. Keşke âşık olduğumu söylemeseydim diye iç çekiyorum her gün. O zaman kaçmazdın belki; yalanıma devam etseydim eğer, hayalini uzay boşluğunda aramak zorunda kalmazdın. Bilmen gerekiyordu işte! İçimden taşıyordu, göğüskafesimden, boğazımdan yani, anlayabiliyor musun bunu? Başını sağa sola hafifçe salladığını görür gibiyim. İnsanlar sevilmesi gerektiğini bilmelidir, hayatım. Sandalyeden kalkıp yatağa geçiyorum, düşüncelerim aklımdan düşecek eğer uzanmazsam.

  Oksijeniniz yetiyor mu, memnun musunuz orada? Tamam tamam, özür dilerim. Senin için endişelenmememi rica etmiştin benden; ama elimde değil. Kızıyorum aynı zamanda, ruhum ve kalbim için korkuyorum. Öylece gittin, hem de uzay boşluğuna! Benden kaçmayı bu kadar çok mu istedin yoksa? Savunma mekanizması bu, sanki kabul edemiyorum gidişini. Düşünmüş olduğumuz her şey, onları sözlere döktüğümüzde tam da şu an bulunduğun o uzay boşluğunda cisimleşiyor, gerçeğe dönüşüyor ve tanımını buluyor. Ben ise inkâr ediyorum. Sen kozmosta sürüklenen yıldız tozlarının arasında dolanırken ben evdeki mobilyalarının yerlerini değiştiriyorum. 

Evrensel kütle çekim yasası bana fazlasıyla işliyordu, ne diyebilirim ki... Sana doğru çekiliyor ve etkin altında kalıyordum, sen ise kendini uzaklaştırarak bu çekimi sarsmak istedin. Beni kendinden neden kovdun?

Senin kalbin ve ruhun için de korkuyorum... Beni merak ederdin, özlediğini söylerdin, geceleri yatmadan gördüğümüz son insanlar birbirimizdik bir zamanlar. Beni sevmediğini biliyordum; ama zaten sevgi bazı şeylerin koşulu değil ki... Hayır hayır, bir saniye. Avutmamalıyım kendimi. Ne olursa olsun, cisimleştirdiğimiz sözcüklerin arkasındaki konseptler ve bu konseptlerin sınırlarına yerleştirdiğimiz hislerin türleri birbirinden GÜNEŞ ve plüton arası kadar uzak çünkü. Bunları aynanın karşısında bana bakan insana naklediyorum, senelerin tecrübesini omuzlarında taşıyan bir gazeteci gibi, sesim de tok ve düz tabii ki. Açıklayabilirsem sınırımı da bilebilirim böylelikle.

Ne yaptım da böyle oldu? Bir hayal peşindesin, biliyorum, anlıyorum; ama bir zamanlar uydusu olduğum kalbi benden neden sakındın hayalin için? Ben hayal değildim, ben gerçektim! Güçsüz kirpiklerimi görebiliyordun, gecenin bir yarısı bile olsa bir telefonla sesimi duyabilirdin isteseydin! Sonra, sonra işte, mesela— çilekli dudak kremi almıştım, onun tadına bakabilirdin ve duştan sonra boynumdaki çiçekli duş jelini nefesinle çekebilirdin. Bacaklarımdaki çatlakların üzerinde parmaklarını gezdirmiştin. Gerçektim işte. Bundan kaçılır mı? 

Mutfağa geçiyorum, bulaşıklar kaldı. 






****

Kartal’dan merkez kontrol’e. Ben artık ben değilim galiba, canım. Değişiyorum, dönüşüyorum, arıyorum, keşfediyor ve içimdeki sırrı açığa çıkarmak için durmadan çalışıyorum. Oksijen seviyesinin yeterliliğinden emin oluyor, bozulmuş telsizi tamir etmeye uğraşıyorum. Bakma uğraşıyorum dediğime, canım pek de istemiyor gibi... Krizi fırsata çevirmek diyebiliriz buna galiba. Kim bilebilirdi ki istasyonun çökeceğini! Neyse ki tohumlar yeşerdi, başardım! Küçük bir alan yarattım gidenlerin odalarından birinde. Üç ya da yirmi bir gün önce küçük bir baş vermiş bir tanesi, sonra da diğeri peşinden geldi! Yakında oksijen üretmeye başlarlar. Birbirimizi izliyoruz. Benimle alay ediyorlar mı dersin? Gördüğüm canlı tek varlık onlar sadece, o yüzden yargılayıcı bakışlarına da dayanamayabilirim sanırım. 

Çok sıkıldığımda üstümü giyinip alana iniyorum. Sadece kum var, güzel bir günde bir kaya parçası karşıma çıkıyor. Uslu bir insan olursam Küçük Prens gelir belki, bana gülünden bahseder. Gökyüzünün manzarası öyle büyüleyici ki... Özgün güzelliklerde iki gezegenin ufukta peş peşe doğması... Sen olsaydın bana tatlı tatlı sorular sorardın kozmos hakkında. Neyse neyse, özlem duygusu bana yasak; çünkü gittiğim yoldan geri dönmem, dönemem artık. Sana haksızlık etmiş olurum, seninle tehlikeli oyunlar oynayamam. Şimdi aklıma düştü de belki bütün duygular bana yasaktır, bir robota dönüşmüşümdür yeryüzü ve atmosfer arasında bacaklarını tam doksan derece açıyla açarak yuvarlanan. İçi de dışı da boş bir robot.

Evet, kabul ediyorum, kaçtım. Senden kaçtım, gezegene kaçtım. İlişki diye bir şey mi kalmıştı geriye son zamanlarda, bilemiyorum; ama kaçtığım kesin. Ben çok yorulmuştum artık, iyiymişim ve her şey de yolundaymış gibi davranmaktan yani. Bana beni sevdiğini söylediğin günden beri böyleyim. Bu cesaretin ağır geldi bana, yani itiraf etmen işte. Sevmek nedir bilmiyorum. Ben insan dediğimiz o varlığın içermesi gereken anlamı taşıyamıyorum sanırım. Taşıyabilen bireyler sevgiden güç alıyor; bense melankoliden besleniyorum. Baksana, bu gezegene bile uyum sağlayamıyorsam benim de bir insan olduğumu nasıl söyleyebiliriz ki? Bunun için öfkelenebilirsin, bu hakka sahipsin— ama düşünsene, kozmos ayaklarıma serildi, talih kuşu kondu resmen! Öylece reddedemezdim. Hislerimi, merakımı, bana sunulan bu kaçış yolunu reddedemezdim. Çokbunalmıştımoyüzdenbendeönceleriüzerindevaroluşsalçırpıntılarlayaşadığımkorkunçdünyayıyinekorkunçinsanlaraterkettimvebelkidearadığımşeyibulmuşolurdumbudeneysırasındakimbilebilir.

Oh. Nefes. “Aradığım şey”, evet... Keşke bilsem nerede, ama Dünya’da olmadığından eminim. Neden orada bulamadım sence? Orada ciğerlerimizi açmışız ve nefes almaya başlamışız. Orada büyümüşüz ve orada ölmüşüz. O koca gezegende bir ben mi bulamadım ruhumun aradığı cevapları? Dünyanın kalıbına sığamadım, neden? Kimsesiz hissediyordum, koşarak kaçtım. Burada en azından yalnızım. Kimsesiz hissetmekle yalnız olmak farklı şeyler, biliyorsun. Bunu hissetmemek için yalnız kalmaya mahkûm edildim belki şimdi de. Neden yalnız olduğumu soruyorsun, kulaklarıma doluyor sesin. Mürettebat gitti. Burada sıkışıp kalmaya tahammül edemediler. Telsizi çözebileceğimize inanmadılar. Bense buraya en azından izimi bırakmak istiyorum, adımımı attığım bu gezegenin toprağına. Yarın dolaşmaya çıkmışken bir not yazıp bu işi halledeceğim. 

Zaman mefhumunu da unutuyor insan burada kaldıkça. Senden daha hızlı yaşlanıyorum galiba. Daha mı yavaş yoksa? Hatırlayamıyorum ki. Hani bi’ de sallanıyorum ya boşlukta, o da tuhaf. Zaman, mekân... Neredeyim? Acaba bir varlığım var mı burada? Varlığın olup olmamasını belirleyen ne peki? Ne diyeceğimi unuttum, pardon. Bilinç akışı çok tehlikeli burada: Güneş’in değmediği gezegenin toprağını eşeliyorum ve onun da benimle aynı yerden geldiğini hayal ediyorken oksijen uyarısının titreşimiyle nefesim kesiliyor. Bak yine sallandım, görüyor musun... Zaman, evet. Tamam, birimini ölçebiliyoruz; ama kendisini ne yapıyorduk? Burada geçirdiğim bir üç beş yedi dokuz saniye, orada döktüğün kaç gözyaşın eder mesela? Ben bilmeyeceksem kim bilecek bunu... Ah zavallı kozmonot, ah! Parmaklarının arasından kayıp gidiyor bazı şeyler, geçmişin ve geleceğin sayıklamaları.

Gitmem gerek. Biraz yürümeliyim. Seni unutabildiğim, hatta seni hatırlamadığım zamana ve mekâna varmalıyım. Neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok, ama ilk durak burasıymış, biliyorum. Bağırıyorum, ciğerim sökülüyor.