İki tarafımın meşe ağaçlarıyla ve ilerisinin de çiçek böcek kaynadığı bir parkta, bozuk bir patika üstünde yürüyordum. Düşünüyordum, derince düşünüyordum; bu derin derin düşüncem hayatın anlamı üzerine değildi. Aksine, faturaları nasıl ödeyeceğim gibi daha bizden bir soru üzerineydi. Faturaları ödedikten sonra bu konu üzerine de düşüneceğime kendi kendime yemin ettim, öyle ya, boş bir çabaydı benimki. Meteliğim dahi yoktu, eve yemeği zor alırken nasıl öderdim biriken ve art arda gelen faturaları. Daha fazla üstünde durmadım bu konunun, daha doğrusu, duramadım. Midem izin vermedi. Açtım, hem de çok açtım, mide asidim bir gün önce ne yediysem eritmişti, şimdiyse karnımın içinde bir savaş veriliyordu; ya yemek bulup isyancıları susturacak ya da vücudumun protein depolarını köle tüccarlarına verecektim. Kara giysili, zırhlı ve güçlü asit ordusuna karşı koymak benim yapabileceğim bir şey değildi. Fakat hayal bu ya; ben de isterdim şöyle şişman bir şey olayım da köle tüccarının eline rehin diye yağlarımı vereyim ama ne yazık ki hiçbir zaman ne o kadar obur ne de o kadar zengin oldum.


Bunun bir sınama olduğunu içten içe hissetmem ise tanrının bana bir gözdağıydı, en küçük bir isyanımı dört gözle bekliyordu; yaptığım, en azından çektiğim acıları hak etmiş olacağım için cennette fazla yer kaplamayacaktım, kimsenin de vicdanı kirlenmeyecekti. Mezar anıtım bir kafa karışıklığı heykelinden olacaktı, belliydi. Bu kadar düşünce arasında ölümüme yer vermesem olmazdı, “iyi ya!” dedim saçma bir tebessümle. “Ölürüm ben de!”

Ama biliyordum, öyle ölünmezdi, ölüm gibi bir yüce hak, her faninin kolayca kazanacağı bir hak değildi. Kafamdaki tahtalar kırıldıkça dehlizlerin dibinde duvarlardan duvara çarpıyordum. “Sahi ya, ceplerime bakayım, bir ümit banka hesabıma bakayım, gerekli faturaları ödeyeyim.” dedim, içimdeki burukluk bir dövme gibi yapışmıştı üstüme. Kafam bana akıllıca bir fikri varmış gibi bunları beyan ediyordu:

-İyisi mi doğalgazı falan ödeme sen, bir tüp al, o yeter. Şofbeni elektrikli yap, adam sen de yıkandığın mı var? Su az gelmiş bak bunu öde, o lazım. Elektriği boş ver, hayatın zaten renkli değil, kimse ruhsuzluğunu görmesin. Boş ver, boş ver, boş ver!

 -Sus! Sus be! Sus!

           

Kafamı susturamamak bana acıların ve azapların en büyüğünü tattırıyordu, iyiden iyiye sıkılmıştım, o ise benimle sadece eğleniyordu. Bağımsızlığını ilan etmiş yeni devletlerin düştüğü politik hatalar gibi sadece eğleniyordu; ne bir koruması ne de bir dayanağı vardı. Hani her şeyi unuturum bir an diye bu parkta yürümek istedi canım, fakat çok ayak diretmeden bir bank görüp hemencecik yerleşiverdim ve gelip geçenleri izlemeye başladım. Telaşlı bir adam saatine bakıp deri çantasını düzelterek bir yere yetişircesine koşmaya başladı, anladım ki beyaz yakalıydı ve bu saatte olsa olsa bir dosyayı incelemeyi kaçırdığı için müdürü geri çağırmıştı. “Zavallım...” dedim kendi kendime. Bir zamanlar ben de böyleydim, neyse ki artık özgürdüm ya da ben öyle sanıyordum. Kader beni işimden ayırırken boynumdaki eyeri kariyer direğinden alıp hangi direğe yerleştirmişti, henüz bilmiyordum, kaşağıya ihtiyaç duyan atlar gibi kaderimin benimle eğleneceği zamanları bekliyordum. Biraz daha durduktan sonra ayrılmak kararının ne olursa olsun iyi bir karar olduğunu bir kez daha anladım çünkü bana yapılanlar yenilir yutulur cinsten değildi. Şimdi cebimde beş kuruş yoktu ama beynim dışında kimsenin de yargıladığı yoktu, “Yoksa?” dedim kendi kendime cevabından korkarak,

“Yoksa beynim tüm bu insanlardan daha mı acımasız?”