İki yabancı arasındaki mesafede kırıldı,

Küçük su damlasının gülüşü,

Ve parmaklarının arasından kaçtı dilek kuşları.


Şiirlerimde bir intihar korkusu,

Yazdıkça ölmek bilmeyen.

Saat gece yarısı üç,

Sessizliğin ölümünü düşünüyorum...

Bahar yellerinden bir taç yapmak varken,

Bozkırlarında papatya kokularından aşık olunası,

Mevsimlerden belirsiz, karmaşık iklimiyle hırçın.

Gecenin en zemheri ayazında bir an duraksadım...


Kalemimin başı diktir, gövdesi granit taştan.

İnce, yumuşak da yazar, ucu kadife kumaştan.

Mürekkebi Tanrı’dandır; duygular, düşüncelerdir.

Hiç tükenmez, azaldıkça o, doldurur yeni baştan.


Her konuda, başka tür bir mürekkeple yazar kalem.

Bir gülü anlatacaksa, gülistanda gezer kalem.

Zulme karşı dikleşerek, lisanını bozar kalem.

Konu kendi dertleriyse, ses kısılır yavaştan.


Sevgiliye yazılmışsa, her söz zaten şiir dengi.

Mürekkebi yürektendir, buram buram gerçek sevgi.

Bir kez gönlü kaplamışsa sevdanın o pembe rengi,

Kalem arar bulur aşkı, esen yelden, uçan kuştan...


Sensizlik mi uzak,

Yoksa şehirler mi?

Oysa şiirlerimden köprüler kurmuştum,

Uzak ayrılıkların yollarına.

Mesafeleri ellerimle bölmek istedim,

Yokluğunun çapını ölçtüm.

Metrekarelere böldüm şehirlerini,

Öfkemi kustum sokaklarına,

Yine de soğumadı içim.

Olmaz böyle ayrılık,

İki şehir, bir ölüm.

Sen orada, ben burada.


Sen sâkim ol ben sarhoşun, ey düşümün kadını!

Şiir gibi hep terennüm ederken ben adını,

Doldur doldur, tattır bana muhabbetin tadını.

Aşk hârıyla lâl olmuş o bûselerin dolusu...


Hislerim kabardı yazmak istedim.

Kağıt hüzünlendi, kalemi kırdım.

Kara talihimi bozmak istedim,

Düşüne düşüne kapına vardım.


Bilmiyorum nedir bu tuhaflıklar.

Yürekler mi ayarsız yoksa,

İklimler mi hasta?

Dudağımın kıyısı,

Kırılganlığının farkında.

Bu ben miyim,

Seçilemeyen yüz hatlarından.

Şu sen misin,

Zehir saçan bakışlarından.


Hüzünlü papağanları uyanacak meram bağının.

Uzaklaşsak azalır mı boy farkımız,

Yakışır mı gözyaşlarımız mizacımıza,

Nerede yitirdik kısmetimizi,

Gitgide azalıyor asumandaki starlar...

Sen kayıp,

Ben kayıp,

Elde avuçta ne kaldı,

Bilemedik...


Yoksa sağsak mı tek tek şarkıları,

Kayıpları saysak mı?

Cin çarpacak bizi sabaha kalırsak.

Nerede kaldı bu adını koyamadığımız tasarımlar,

Yoksa boş yere mi düşledik yarınları?


İlk kurtarılacaklar arasında,

Hızlı koşanları değil de,

Koysaydık kaplumbağaları,

Belki de yavaşa alabilirdik zamanı.


Ben en iyisi tanıdık bir ağaç bulup,

Yokluğunu karışlayayım,

Ne kaldı ki şunun şurasında?

Yazısında turasında ne kaldı?

Belki bir kısa mesafe koşusu,

Biçilmiş kefen kumaşından.


Aç sineni, katmer katmer pembe güller açılsın.

Rahşan olsun, gül sinenin pembe nurdan dokusu.

Aç güzelim gülistânı, bû-i amber saçılsın.

Dolsun işret soframıza, sarhoş eden kokusu...


Yaban hayvanı gibi duruyorum, kendimi bulamıyorum.

Öyle mi geldim, böyle mi doğdum bilmiyorum.

Kanla tanışıyorum, ekmekle boğuşuyorum.

Kimim ben, nerdeyim, kiminle savaşıyorum?


Mah cemâlin mehtâp olsun, mavi nurla her yeri.

Nûra boğsun gökyüzümü gecemin aşk feneri.

Ve başlasın bûselerin o sihirli hüneri,

Aşkla yanan dudağıma, can veren bir damla su.


Âteşinle gel, hayat ver ömrün soğuk kışına.

Ne gecenin ne işretin tadı yok tek başına.

Gel güzelim, hasret olup dolma gözüm yaşına.

Müptelânım, sensiz hayat çekilmiyor doğrusu...


"Belki de her gün, aynı düşüncede buluşanlar için mesafe diye bir şey yoktur.’’