Ayın sağ yarısı parıl parıl parlıyor, sol yarısı karanlığın arkasına gizleniyordu. İlk dördün müydü bu son dördün mü, hatırlayamamıştım. Zaten bana neydiyse.


Bekçilerden sıyrılmak eskisi kadar kolay değildi. Son olaylar yüzünden denetim artırılmış, böylece geceleri devriye gezen bekçilerin sayısı da fırlamıştı. Gece başıboş dolaşan birini yakaladılar mı burnundan getirmeden bırakmıyorlardı. Bir de gecenin bir vakti elimde kürekle görseler kim bilir ne olurdu. Al başına belayı.


Neyse, bir şekilde ara sokaklardan geçerek, oralardan buralardan atlayarak Eyüpsultan Mezarlığı’nın üst kısmına ulaştım. Buradan bakınca Haliç’in durgun suyu, üzerinde yer yer parlayan ışıltılarla daha bir endamlı görünüyordu.


Gündüzleri sevmezdim buranın manzarasını, hep aynı gelirdi. Zaten akşama kadar orayı burayı kazmakla uğraşırken pek manzara izleme fırsatım olmuyordu. Ama gecenin getirdiği sakinlik ve huzurla gündüz olduğundan çok daha güzel görünüyordu burası. Manzarayı izlerken daldım gittim.


Uzaklardan gelen bekçi düdüğünün sesi kendime getirdi beni. Fazla oyalanmamam gerekiyordu. Belimdeki tabancayı kontrol ettim. Ne olur ne olmaz. Oradaydı. Birkaç saat önce mahalledeki kaçakçı İbrahim’den çözmüştüm bunu. 48’ yapımı bir göztepe. Biraz eski olsa da başım belaya girerse iş görürdü. Param buna yetmişti anca.


Şimdi sabahki yeri bulmam gerekiyordu. Mezarlığın zifiri karanlığında hiç kolay bir iş değildi bu, neyse ki ben avucumun içi gibi biliyordum burayı.


Düşündükçe aklımı oynatacak gibi oluyordum. Otuz iki tane altın diş… Adam yaşlanıp ağzında birkaç tane diş kalınca onları da söktürüp otuz iki tane altından diş yaptırmış. Bazı insanlardaki para beni gerçekten hayrete düşürüyor. Neyse, adam ölünce ailesi de adama saygıdan dişleri olduğu gibi bırakmış ağzında. Adamı sabah gömdük, akşamına mezardaydım işte. Haberi uçuran bizim gasilci Akif’e payı olan dört dişi verdikten sonra bana geriye yirmi sekiz diş kalacaktı. Tüm borçlarımı kapatmayı bırak, kalan parayla altıma araba bile çekerdim. Düşündükçe kendimden geçiyordum. Oyalanmamam lazımdı.


Tek korkum mezarlığın gece bekçisi Feramuz abiydi. Ona yakalanrsam ayvayı yerdim. Genelde geceleri kulübede uyurdu ama riske atılacak iş değildi bu. Yarın içerim ayağına akşamüstü getirip kulübeye koyduğum bir şişe şerbete uyku ilacını basmıştım. Feramuz abi boğazına fena düşkündü. Şişeyi yarılamadan duramazdı. Sabaha kadar mışıl mışıl uyuturdu bu da onu. Ee, bize de boşuna anasının gözü demiyorlardı yani.


Mezarı buldum. Başladım kazmaya. Her gün kürek vurmaya alışkın olsam da ben de insandım. Sabahki işlerin üstüne bu fena yorucu geliyordu. Kollarımda derman kalmamışken gözümün önüne otuz iki tane altın diş geldikçe yorgunluğu falan hepten unutuyor, kazdıkça kazıyordum.

Sonuncu vuruşta tak etti kürek. Tabuta ulaşmıştım. Üstündeki toprağı temizledikten sonra uzun uğraşlar sonucu kapağını açabildim. Kapağı kaldırdığımda yaşlı adam, yeni tıraş edilmiş yüzü ve bembeyaz saçlarıyla önümde gözü kapalı bir şekilde uzanıyordu. Fakat ilginç bir şekilde, tabutun içinde yatan bu yaşlı adamın yüzü ölmemiş gibi, sanki uzun bir uykudaymış da birazdan uyanacakmış gibi huzurlu görünüyordu.


Cebimdeki penseyi çıkarıp adamın ağzını açtım. Gerçekten de orada, adamın ağzında durup bana bakıyorlardı, otuz iki tane altından diş…


En öndeki dişlerden çekmeye başladım, gitgide arkadaki dişlere doğru gidiyordum ve çektiğim her bir dişi yanımda getirdiğim küçük plastik torbaya koyuyordum. Her seferinde bir sonraki dişi çekmeden önce, sanki bu defa, bu dişi çektiğimde adam cana gelecekmiş ve acıyla bağırıp üzerime atılacakmış gibi bir korkuya kapılıyordum. Ancak adam her seferinde cansız bir şekilde yatmaya devam ediyor, tepki vermiyordu. Böylece derin bir rahatlama duyuyordum.


Adamın ölü ağzında birkaç diş kalmıştı ki arkamda bir ayak sesi duydum, döner dönmez karşılaştığım şey yüzüme doğrultulmuş bir silahtı.


Silahı tutan kişinin yüzü gözükmüyordu ancak karanlık ve hafızam beni yanıltmıyorsa duruşunda tanıdık bir şeyler vardı. “Hepsini çektin mi?” diye sordu. 

Biraz durup olayı idrak ettikten sonra, “Evet,” dedim sinirimi belli ederek, belli ki dişlerimi elimden alacaktı alçak herif, kalanları da kaybetmek istemedim. Ama o da az hin değilmiş ki o anda bir ışık yayılıp mezarlığı aydınlattı ve karanlığa alışmış gözlerimi kör etti. “Kapat şunu yakalatacaksın bizi,” dedim elimi gözüme siper ederek. Sakin bir şekilde, “Hepsini çektiğinden emin olmalıyım, ağzını aç,” dedi. Kurnaz herif yüzünden diğer dişlerden de olacaktım, iyice sinirim bozulmuştu, bir de şu gözü kör eden fener ışığı… Yakalatmasaydı bizi bari. Bir şeyler yapmam lazımdı.


Adamın dediğine uyarak - silah onun elindeydi, yapacak bir şey yok - yaşlı ve ölü adamın ağzını açtım. Şimdi benim için bir karaltıdan ibaret olan adam yaklaşıp feneri tuttuğunda, arkada saklanan azı dişleri gece karanlığında parlayan bir deniz feneri gibi kendini gösterdi. “Çek hepsini!” diye emir verdi. “Tamam, feneri söndür,” dedim. Dediğimi yaptı.


Sırtıma doğrultulmuş bir silah olduğunu bilmenin tedirginliğiyle kalan dişleri çekip arkama döndüm ve silahın yanında duran yüzü tanıdım. Sabah defin için gelen ailedeki çocuktu bu. Uzun ince vücudu ve garip duruşuyla sabah da dikkatimi çekmişti. Kendisini tanıdığımı anladığında, “Sabah yüzünden anlaşılıyordu ne yapacağın, saatlerdir seni bekliyorum. Dedemin dişlerini bırakmam sana, zaten doğru düzgün miras da bırakmadı, ölmeden önce yedi hepsini aç bunak. Dişler benim hakkım, ama bu kadar uğraştın bir ikisini sana bırakırım, o kadar da açgözlü değilim,” deyip içinde otuz iki tane altın dişin olduğu torbayı elimden çekip aldı ve cebine attı. Allah’ım, bir şeyler yapmam lazımdı.


Mezarı kapatmamı söyledi. Tabutu geri kapatırken son bir kez yaşlı adama bakınca yüzündeki ifadenin değişmiş olduğunu gördüm. Ölü adamın yüzü şimdi, sanki yaptıklarımızın farkındaymış ve bizden intikam alacağını haykırıyormuş gibi öfke yüklüydü. İçimden bir ürperti geçti. Hemen tabutu kapatıp aceleyle toprağı üzerine atmaya başladım. Sakinleşmem, ve bir şeyler yapmam lazımdı.


Toprağı biriktiği küçük tepecikten alıp ölü ve öfkeli adamın tabutuna atıyorken elimdeki kürek sivri demir kenarlıklı başlığıyla bana bir ölüm makinesi gibi göründü. Arkamdaki çocuğun kafasının nerede olduğunu hissediyordum. Az önce dönüp baktığım yerde olduğundan emindim, hareket sesi duymamıştım. Hemen bir şey yapmalıydım.


Ve yaptım, çocuğun kafasının durduğu yeri iyice hesapladıktan sonra arkaya doğru atılarak küreğimi yarı körlemesine savurdum ve bir patlama sesi mezarlıkta uyuyanların ruhlarına kadar yankılanarak uğursuzluk dalgası estirdi. Savurduğum kürek çocuğun silahı tutan eline gelmişti. Belli ki ne yapacağımı tahmin edip hiç ses çıkarmadan biraz geriye gitmişti. Silah patladıktan sonra çocuğun elinden düşmüş olsa gerek, boğuşmaya başladık.


Boğuşma bir dakika kadar sürdü. Ya çocuk göründüğünden daha kuvvetliydi, ya da ben gün boyu kazmaktan bitkin düşmüştüm ki, bu kadar dar bir alanda, uzun ve ince vücuduna rağmen bana iyi direniyordu. Sonunda o altta ben üstte beraber yere düştük. Bir süre de o şekilde boğuştuk ve az sonra, nasıl oldu bilmiyorum, bu sefer o üstte ben alttaydım.


Çocuk boğazımı sıkıyor, gittikçe daha da bastırıyordu. Nefes alamaz hale gelip çırpınmaya başladığımda aklıma belimdeki göztepe geldi. Tek bir an bile düşünmeden belimden silahı çekip çocuğun karnına üç defa ateş ettim.


Acıyla bağıran çocuğun elleri boğazımı artık sıkmıyor, okşuyor gibiydi. Ve çok geçmeden cansız vücudu üzerime yığıldı.

Boğazım fena halde acıyor, nefes almakta zorlanıyordum. Çocuğun bedenini üzerimden atıp ayağa kalktım. Üstüm başım kan olmuş, her yerim titriyordu. Ne yapmam gerektiğini düşünmeye çalıştım ancak az önceki olayların süren dehşeti düşünmemi engelliyordu. Çocuğun yüzüne bakınca, bu ölü haliyle dedesine ne de çok benzediğini fark ettim. Hemen cesetten kurtulmam gerekiyordu. Sonunda gücümü toplayıp çocuğun bedenini uzun kollarından tutarak sürükledim ve kaldırıp tabutun üzerine attım.


Üst üste iki bedeni gömmek mantıklı değildi, bir tabutluk yer için açılmış olan mezar tam kapanmayabilirdi. Ama ölü çocuğun bedeniyle yapabileceğim başka bir şey yoktu. Acele etmeliydim.


Toprağı, şimdi dedesiyle birlikte açık mezarda yatmakta olan çocuğun üzerine atmaya başladım. Vücudumun titreyişine ve boğazımdaki acıya rağmen hızla hareket etmeye çalışıyordum. Kollarım yorgunluk ve dehşetten titrerken toprakla dolu kürek bazen elimden kayıyor, toprak etrafa saçılıyor, hızlı hızlı hareket etmeye çalışırken gözüm sürekli kararıyor, ama dinlenmek için tek bir an bile durmuyordum.


Sonunda mezar yeni yeni kapanmaya başlamıştı ki yakınlardan bir bekçi düdüğü sesi duyuldu, ardından da bağırma sesleri. Aralarından Feramuz abinin sesini tanıdım, ancak ne dedikleri anlaşılmıyordu. Gecenin bu sessizliğinde silah seslerini duymamış olmaları mümkün değildi zaten. Hemen kaçmam lazımdı fakat mezar daha tam kapanmamıştı. Aceleyle toprak atmaya devam ettim ama kapanacak gibi değildi. 

Sesler gitgide yaklaşıyordu. Feramuz abinin, “Kim var orada,” dediğini duydum. Kaçmak zorundaydım artık.


Bir an durup ganimetimi yoklamak için elimi cebime attım ve donakaldım, gözlerimin içi büyüdü, vücudumdan bir soğukluk aktı geçti.


Yoktu. Dişler yoktu. Neredeydi? Hayır hayır aldığımdan emindim, çocuğu tabutun üstüne atmadan önce cebinden almıştım en son. Yoksa almadım mı? Allah’ım ben ne yapmıştım?


Mecburen kaçıp uzaklaştım. Şimdi o otuz iki uğursuz altın diş, Eyüpsultan Mezarlığı’nda, toprağın altında, tabutsuz gömülmüş bir cesedin cebindeki plastik bir poşetin içinde, dede ve torunun ebedi ölüm uykusuna eşlik ediyor.