Mezarları boşalttık,

bütün ölüleri sırtladık ve kendimizle dolaştırmaya başladık.

Kimisi peygamberlerini sırtladı,

kimisi de atalarını.

Kamburumuzdaki bir ur gibi taşıdık onları.

Mezarlıklar üstüne inşa ettik uygarlığı.

Urlarımızdan fışkıran irinle birbirimize saldırdık.

Ve öldük, öldürdük!

Yarına miras bedenlerimizi mezarlıklara gömdük.

Ki yarının uygarlığını inşa edebilelim diye.


Bense şairleri sırtladım.

Benim payıma şairler düştü.

Yalnız,

öldürmeyi ya da ölmeyi değil.

Yaşamı ve de yaşatmayı kutsayanları.

Tanrılarına başkaldırabilenleri.

Hayatları boyunca sevilmeyenleri.

Yaşarken anlaşılmayanları.

Savaşa hep barışı savunanları.

Bir kelebeğin kanadı kırılsa,

yüreklerine hançer saplananları.


Şimdi ben,

yaşamak için ölürken bir köşede,

sanrılarıma tutunuyorum.

Şairler sesleniyor bana binlerce yıl öteden.

Haydi, haydi gel diyorlar.

Evet evet, bir hatif bu.

Ve ben, bedenimi kutsayıp teslim ediyorum mezarlığa.

Öldürülüyorum!

Öldürmeden!

Sahi,

Sahi kim,

bir ölüyü sırtlamadan yaşayabilir?

Ya da kim ölebilirdi ki

bir ölüyü sırtlamadan?