Kasvetli bir çarşambanın ikindi sularından merhaba... Ancak bu, coşkulu bir merhabadan ziyade; bi' ihtimal nezaket amaçlı verilmiş bir selam olabilir. Normalde bu kadar yoğun hissettiğim zamanlarda direkt yazmaya başlarım fakat belki de sebeb-i ziyaretimi açıklamanın zorluğundan bu kadar uzatmak istedim, bilinmez... Son birkaç gündür kafam o kadar dumanlı ve ağır geliyor ki sağa sola çevirirken bile zorlanıyorum sanki. Günler boyu sürecek bir uykuya dalmakla kendimi karanlığa hapsetmek arasındayım; çünkü şu sıralar, aydınlığın baş düşmanım rolünü oynadığı bir dönem içerisinde olduğumun bilincindeyim. Bunun esas sebebi, zifiri hiçliğin etkisindeyken zamanın aktığını hissetmemem olabileceği gibi, eylemsizliğin hüküm sürdüğü bir proses olmasından dolayı güvenli bir koza etkisi yaratması da bir diğer gerekçe olabilir.
Kafamdaki o bulanık sezinin temel sebebinin ise göz kapaklarıma yerleşmiş ağırlıklar olduğuna neredeyse eminim. Sanki düşüncelerim, bir çift oltayı sallayarak kancaya taktıkları ince deriyi çekiştirmekten büyük bir zevk duyuyor gibiler. Nasıl ki karanlık bana güven veriyorsa, onlara da susmak çok korunaklı geliyor; çünkü kendilerine olan tahammül seviyeleri o denli düşük ki kulaklarını başka türlü kapayamıyorlar. Oltayı var güçleriyle çekiştirip duruyor, zihnimi susturmaya çalışıyorlar; direndiğim zamanlarda da enseme kadar inen bir basınç uyguluyorlar ve fakat dünyamın kendi ekseninden koparak boşlukta savrulmasına yol açmaktan da hoşnut olmuyorlar; çünkü yollarını kaybetmekten keyif almadıkları gibi pusula aramakla da uğraşamıyorlar. Bu da bana, içimde filizlendirdiğim düşünce biçimlerinin belli bir düzeye kadar zıtlıklarla var olmaktan ironik bir şekilde memnun olduklarını hatırlatıyor; fakat ayrıca, zihne idam hükmü veren bir sabotaj yasası rolünü eş zamanlı olarak üstlendiklerini de gösteriyor. Lakin kaçınılmaz olan her halükarda gerçekleşiyor: Kendi kazdıkları kuyuya düşerek sararıp soluyor ve yitip gidiyorlar...