Tabağındaki yemekle savaşırmışçasına yiyordu yine. Öfkesi yemeğe değildi ama çatalına batıramadığı bezelyelere, ağzını yakan patateslere de kızmıyor değildi. Günlerdir zeytin ekmek yiyordu, bir de annesinin iki ay önce köyden yolladığı biraz peynir vardı. Her akşam yemezdi onu, idareli yerdi. İyi gelmişti onlardan sonra böyle bir yemek. Patates, bezelye, biraz da et vardı içinde. Alt komşu Naciye teyze yapmış, sağ olsun, bir tabak da ona getirmişti, arada yapardı böyle. Hızlı hızlı yedi yemeğini, sofrayı toplamadan öylece kalktı, geçti odasına doğru. Sevmezdi o kalabalıkları, sesi, gürültüyü ama özlemişti işte. Özlemişti kalabalık yediği o yemekleri. Annesi, teyzesi, dayısı, kardeşi İsmail. Sonra arkadaşları vardı. Bir farklıydı tatları o yemeklerin. Eee, neredeydi şimdi o yemekler, o insanlar, yok muydu? Hepsi yerli yerindeydi. Olmayan, kaçan bendim.

Hani o kalabalık yemeklerde sofraya sığmayan tabaklar olur. En son getirilir, bir de bakmıştır, yer kalmamış. Bırakılmaz yine dışarıda. Bulunur bir yer. Bir tabak yan döner, diğerinin üstüne çıkar, öteki tabak dökülür. Kimse de bir kaşık bile almaz yemek boyunca o tabaktan. Öylece geri götürülür.

O tabaktım işte ben. Yine gitsem yine öyle olacaktı. Annemle konuşmayalı iki, İsmail’le yedi ay olmuştu. Arkadaşları hatırlamıyorum bile. Belki de bu sefer mutfakta unutulmuştu o tabak, sofraya götürülmeye dahi zahmet edilmemişti, sofra toplandıktan sonra görürler, bir şaşırır, iki üzülür, dökerlerdi çöpe. Masasındaki kağıt kaleme ilişti gözü. Bu gece yazsam mı acaba diye düşündü. Günlerdir bunu düşünüyordu zaten, bu gecenin ayrı bir özelliği yoktu. Işığı açması lazımdı eğer yazacaksa. Odasının ışığını açmayalı epey olmuştu. Sevmiyordu gözleri ışığı, karanlıkmış insanın en iyi arkadaşı. Ya da böyle kandırmıştı kendini. Arkadaşı desen yok gibi, bir de elektrik faturası falan filan. Oturdu bu kez masaya. Açmadı yine ışığı. Evinin önündeki sokak lambası bir miktar vermişti ışığından. Yalvar yakar çok dil dökmüş, sonunda ikna etmişti sokak lambasını. Borç mu vermişti acaba, ister miydi sonradan verdiği ışığı? Unutmuştu onu sormayı, hem nasıl sorulurdu ki? Böyle adeti de yoktu sokak lambasının, duymamıştı yani o. Hem aldığı ışığın lafı mı olurdu? Senelerdir aynı sokakta, her gün görürlerdi birbirlerini, hem de ışığın aydınlatmasaydı kimseyi, ne gerek vardı yanmaya. Utana sıkıla aldığı bir miktar ışık, kağıdını aydınlatmaya yetmezdi belki ama düşüncelerini aydınlatsa bir nebze yeterdi ona. Nasıl olmuştu da oturabilmişti o masaya bu gece? Yazmak istiyor, anlatmak istiyor, deli gibi ağlamak istiyordu ama o masaya oturmaya da bir gram cesareti yoktu. Nasıl başarabilmişti bunu? Hayretler içindeydi. Naciye teyzenin getirdiği yemeğin gücüydü muhakkak, hiç olmazsa bir payı vardı yani. Kafasının içi çığ gibiydi, hem de öyle güçlü bir çığ ki çok yüksekten kopmuş gelmiş, yollar boyu yuvarlanmış, dağ gibi büyütmüş kendini. Kim çıksa karşısına ezer geçer, durduramaz kimse. Kafasının içindeki bu çığla ne Hitler’i altüst etmediği kalmıştı ne Napolyon’u. Hem de en güçlü dönemlerindeydiler o zaman. Ama işte bu düşünceler kafasının içinden çıktı mı bakkal Osman abiye bile iki kelime edemiyordu. Kağıda döküldü mü hele, bütün sihir kayboluyordu. Kalktı masadan birden, yine yazmadı. Yazmayı değil, yazdıklarını değil, yazmak istemeyi seviyordu o. İsteyip de yazamamak, o masaya oturup oturup kalkmak, geceler boyu sokak lambasıyla konuşmak. Bunları seviyordu o. Bazı şeylerin hayali gerçeğinden daha güzeldi. Belki de her şeyin.