"Şu adamı görüyor musun? Ellerindeki derin çizgileri, gözlerinin çöküklüğünü...

ceketini sımsıkı ilikleyişine bak sanki düğmeler açılsa içinden yıllardır sakladığı kederleri dışarıya dökülecek. Atkıyla öylesine boğazını sarmış ki kızıyla konuşmamak için sanki bir neden yaratır gibi. Gözleri soğuk ve daha dün denizden çıkmış gibi. Harbi kafayı üşütmemek için o şapkayı takmış. Kızının başını okşarken dalgalanan elleri aslında çok uzaklarda kendini bırakmış besbelli, ha Sevim?"

"Belki de öyle değildir her şey senin görmek istediğin gibidir. Senin olmasını istediğin gibidir ya da olmasını umduğun gibi."

"Bana inanmıyorsun, ha Sevim?"

"Sana inanmak istiyorum Halil... Ama sana inanmam için çabalaman lazım anlıyor musun?"

"Sevim'im gözümün ışığı, daha dün gibi hatırımda kalanım. Ne oldu be Sevim, solduk mu öylece? Solduk diye yerimiz yok mu bahçede?"

"Halil, dünya senin gözlerinle gördüğün gibi değil..."


Yağmur bastırmıştı, sokaktan taşan ayaklarımız bazen çamura ve çimlere gidip geliyordu sonra ellerimi tutup beni kendi hızına çekmek için koşturuyordu. Eve vardığımızda çamurlu ıslak ayakkabılarımızı aceleyle ama yan yana çıkarıyorduk. Üst baş sırılsıklam. Yüreğim ortadan ikiye yarılacak gibi ama vücudum sıcacık. Dudaklarım kaynıyor ve Halil'e yenik düşmek bu kadar kolay, bu kadar tekrarlanan bir şey gibi ortaya çıkıyor. Elleri bacaklarımdan belime vardığında. Nasıl olabilir bu yakınlık? Sen bana bu kadar uzakken. Sen kendine uzakken... Düşünceler aklımdan geçerken, alev gibi yanan dudaklarımı çekip dudaklarından, bir duvar kağıdı gibi yırttım vücudumdan onu.


"Oda dolu gözleriyle yapma Sevim, ne olur yapma..."

"Bırak beni Halil, bırak. Beni böyle sana yenilen yapma. Beni sevgimden utandırma. Ben gidiyorum."

Kolumdan tutup sertçe "Tamam, bir şey yapmıyorum. Tamam sakin ol, gel üstünü değişelim. Yağmur dinince gidersin, Söz veriyorum hiçbir şey yapmayacağım, susacağım sadece."

"Peki yarın gelecek misin benimle?"

"Geleceğim tamam, gitme yeter ki."

"Söz mü bak!"

"Söz."


Gidip bana üst çıkarttı. Üstümü giyip kanepede oturduğumda, yanıma yaklaştı, "Ayaklarını uzat, hadi." diyor, çorapları giydiriyordu. Yüzünü inceledim. Cildi bebek gibiydi, kirpikleri gözlerinin kahvesini daha da ortaya çıkarıyor. Küçücük gözleri olmasına rağmen bakışları keskin. Dudakları çerçevelenip yüzüne asılmış gibi. Her şeyden öte ona bakan hiçbir insan kötü bir şey söyleyemezdi bence.


"Çay içer misin? İçin ısınır."

"Olur, tamam."


Bir mıh gibi içime saplanıp kalan bu günü nasıl ve ne şekilde unutabilirdim? Bunun cevabını belki yarın bulacaktım. Sabah oldu, üstüme çökmüş battaniyeyi üstümden bir o yana, bir bu yana fırlattım. Güneş sanki gözümü oymak için yüzüme yer yapmış gibiydi ve birden alarm çalmaya başlamıştı. Gözlerim aydınlığı yadırgıyor ve hazırlıksız yakalanıyor güneşe. Kanepeden sarkan ayaklarımı çeneme doğru çekip, yatakta iki dakika daha durmak istiyorum. Halil erken kalkmış, tıkırtılar geliyor sanırım kahvaltıyı hazırlıyor. Ben de kalkmıştım, mutfağa girdim.


"Günaydın."

"Günaydın, rahat uyudun mu?"

"Evet, rahattım. Teşekkür ederim."

"Ben ne yapabilirim?"

"Ekmekleri götür istersen."

"Bu ekmekler bayat sanki."

"Yok be canım ne bayatı? daha demin Nazmi bey getirdi."

"Hımm, anladım. Peki öyleyse götüreyim."

"Tamam sen geç, ben de çayları getireyim."


Oturdum, oda gelmişti. Çayları doldurdu. Tam ekmeği parçalarken,


"Aa gerçekten de bayatmış. Nazmi bey yanlış aldı galiba. Halbuki sıcak ekmek kokusu da almıştım ama söyleyeyim de değişsin Sevim."

"Yok yok bir daha rahatsız etme ısıtırız."

"Peki, tamam." dedi. Kahvaltımızı yapıp hazırlanmaya başladık.

Ayakkabılarımızı giydik. Durağa vardık, hemen otobüs geldi bindik. Elleriyle elimi tuttu. Ellerim dört parmağının üzerinde, baş parmağıyla elimin üstünde gidip geliyorken.

"Sevim, ben senin için her şeyi yaparım."

"Bende yaparım, yapıyorum da."

Otobüsten inip biraz yürümüştük, büyük bir kapıdan içeri girdik. Ben mutlu ve heyecanlıydım, Halil ise benim gözlerimdeki mutluğu görüp gülümsüyor. Ellerimi sımsıkı tutuyor ve bende sımsıkı tutuyorum.

Tatlı, kısa boylu, saçları bakır, gözleri mavi bir kadın yanımıza yaklaşıp yumuşak sesiyle:

"Buyurun lütfen." diyor. İçeri girip oturduğumuzda Halil bacaklarını titretmeye hakim olamıyor. O anda saçları uzun ama arkadan atkuyruğu yapmış sıcak tebessümlü bir kadın bize;

"Merhaba, nasılsınız Sevim hanım?"

"İyiyim, siz nasılınız?"

"İyiyim, teşekkür ederim."

"Ya siz Halil bey, siz nasılsınız?"

"İyiyim ben de, çok sağ olun."

"Evet şimdi konuşmaya Sevim hanımla başlayalım. İsterseniz siz dışarıda bekleyebilirsiniz Halil bey."

"Tabi Yasemin Hanım." dedi Halil.


Yasemin hanım ben Halil 'i çok seviyorum. O çok iyi niyetli birisi bundan da şüphem yok. Ama son zamanlarda hayli tuhaf şeyler yaşıyoruz ve ben bunları nasıl aşabilirim pek bilemediğim için size gelmek istedim."

"Ne iyi yapmışsınız buyurun Sevim hanım."

"Geçen gün dışarıda Halil ile otururken bir adamdan bahsetti. Sanırım orta yaşlı, atkısı, beresi ve kabanı olan bir adam, yanında da kızı. Kızının saçlarını okşuyor."

"Devam edin lütfen."

"Onun baktığı yöne baktım ama kimse yoktu Yasemin hanım. Ve çok tedirgin oldum.

Daha bu sabah kahvaltı yapacağız, "ekmek bayat" dediğimde "Nazmi bey yeni getirdi." dedi. Ama ekmekler bayattı. Nazmi beyi arayıp sorduğumda bizim eve ekmek getirmediğini söyledi.

Yaklaşık tam iki ay önce, telefonla konuşuyorduk, "Arkadaşımla dışarıdayım kahve içiyoruz. Sevim sen de gelsene." dedi. Gittiğimde tam otururken "Arkadaşın nerede Halil? dediğimde "Daha yeni kalktı görmedin mi? Bak, gidiyor." dedi. Dönüp baktığımda kimse yoktu. Ben korkuyorum Yasemin hanım, ben Halil'in ellerimden kayıp gitmesinden korkuyorum. Kendinin, kendinden uzaklaşmasından korkuyorum. Onun için buraya gelmek istedim. Onu kaybetmemek için.

"Bu ne kadardır böyle Sevim hanım?"

"Halil gayet normaldi, her şey yolundaydı. Ben son iki üç aydır fark ettim ama daha evvelden bir şey var mıdır benim fark etmediğim bilmiyorum. Mutlak fark ederdim herhalde diyorum. Ben onun hep yanındayım zor olacak belki ama iyileşeceğiz biliyorum.

Solup gitmeyeceğiz öylece."