Bu yazı sinemanın anlamsız, faydasız ve sadece bir eğlence aracı olduğu düşüncelerine karşı yazılmıştır.


Herkesin bildiği üzere en güçlü algı biçimi görsel algı olduğu ve sinemanın fotoğrafa kıyasla bunu bir devamlılık ile güçlendirdiği bir gerçek, nitekim benim değineceğim misyon alışılan dilden biraz daha farklı bugün.


İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel faktör sanıldığı üzere akıl değil sorumluluk ve vicdan kavramlarıdır, her ne kadar zaman zaman insanın bu değerlere sahip olmadığı gibi düşüncelere kapılsak dahi.

Bununla birlikte vicdan temelde bütün duyguları kapsar ve insanoğlu, sistemi gereği deneyimlemediği veyahut bağdaşmadığı bir durumla sağlıklı etkileşim kuramaz. Örneğin bir ölüm her zaman için üzücüdür tabii, hepimiz her gün haberlerde pek çok ölüm duyar üzülürüz, misal şehit haberleri... Üzülmesine üzülürüz ancak vatan gibi, millet gibi belli kavramlar üzerindendir bu üzüntü. Doğamız gereği o kişilere tam olarak üzülemeyiz; yanisi onu tanıyan bir insanla, eşiyle, ailesiyle, aynı kaptan yemek yediği adamla mukayese edilemeyiz biz üzüntü ise mesele.


Sinema tam da bu noktada devreye girer, insan doğasının felakete yahut herhangi bir duruma alışıp duyarsızlaşmasını engellemek için birebirdir. Sinema salonuna girersiniz, ışıklar kapanır, o biraz sonra ölecek adamı görürsünüz; davranışlarına ve yaşadığı eve falan bakarsınız, benim de gençken saçlarım böyleydi dersiniz, böyle iyi insanlar kaldı mı dersiniz, ona içiniz ısınır, neredeyde tanıdığınız biri hâlini alır ve birden ölüverir. Bunun bir mizansen olduğunu bilirsiniz, her şeyin farkındasınızdır ama şayet senaryo iyi yazılmış ise o adamın ölümü ur olur size.


Bu konuda, çok sevdiğim Nuri Bilge, "Biri ölür üzülmezsiniz, sonra sandalyeye asılı hırkasını görürsünüz, o hırkanın duruşu kalbinize oturur." diyerek her şeyi özetlemiştir aslında.


Öte yandan sinema yine paha biçilmez bir tecrübe aracıdır, zira insanın en iyi öğrenme şekli yaşamaktı eskiden, sinema sayesinde "yaşamış gibi olmak" oldu, namı diğer zayiatsız tecrübe.

Örnek olarak “Yol Ayrımı” filmini izleyen birisi film bittikten sonra kendini irdeleyip geçmişe olan kinini ve benzeri duygularını yatıştırmak gibi değişikliklere gidebilir hatta kişiliği dahi değişebilir, zira bizzat bunu yaşadım. 


Gayeli yönetmenlerin ana hedefi kişinin filmi izledikten sonra önceki ile aynı kişi olmamasını sağlamak, gayeli senaristlerin ana hedefi ise kurguladıkları karakter ve olaylarla seyirci arasında özdeşim kurabilip seyircinin empati duyusunu geliştirmektir. "Gayeli" filmler -ki asla didaktik demek değildir bu- izleyen insanların ilk olarak ön yargılarını kırarak başlar, engelli bir bireyi anlatan bir film -şayet varsa- sizin engellilere karşı olan korku yahut çekincelerinizi giderebilir mesela. Bu yaklaşımdan yola çıkarak toplumdaki cinsiyet ayrımı, ırkçılık vesaire pek çok sorun çok daha kolay yoldan çözülebilir de körüklenebilir de ve tüm bunlardan çıkarımla sinema saniyede yirmi dört mermi ateşleyen bir silahtır denebilir. Neticede bir kişiye ırkçılığın kötü olduğunu söylerseniz bu sadece bir bilgidir. Ona beyazların dalga geçtiği bir çocuğun yemeden içmeden kesilip her gün yatağının altında gizlice ağlayışını yeterince gerçekçi gösterirseniz bu bir duygudur ve asla dışarıdan edinilen bilgi, içeride oluşturulan denli kuvvetli olamayacaktır.


Bir dizi olayın sonuçlarını onları yaşamaksızın deneyimleyip kapkaranlık salonda geçen birkaç saatin sonunda sağlam bir vücut ve genişlemiş bir ufukla bu olayları yaşamamak için adımlar atılacak yeni bir hayata başlamak...

Ne kadar mükemmel bir seçenek değil mi?

Gerçek sinemacının her filminde insanı pişman olmaktan koruyabilecek bir yeti bulunur, en umulmadık filmde dahi sinemacı seyircinin ona ulaşması adına elinden geleni yapar ancak işin bir kısmı da seyircinin niyet, beklenti ve algısıyla doğrudan özdeştir ki bu da bizi yumurt ve tavuk ilişkisine götürür ancak ona başka zaman değiniriz. 


Sinema tam anlamıyla bir masaldır; bizler filmlerde kötü şeyler yapan birini öldürürüz ve seyirci bazen ona dahi üzülebilir -ki bu da güzel bir şeydir- ve salondan çıktığında ölen adamın değilse bile seyircinin ikinci bir şansı vardır, henüz hiçbir şey için geç değildir, hayat devam ediyordur. Bir bakarsınız ki o dramatik sahne böyle bir mutluluk ve daha önemlisi şükre dahi öncülük etmiştir.


İşte tüm bunlar ve şu yüzden sinema, insanlar birincil önceliği eğitim olmayan yahut öyle değilmiş gibi gözüken metotlarla -tıpkı çocuk gelişiminde ilgi çekici oyuncakların rolü gibi- daha iyi eğitilirler çünkü bilinçaltları savunma uygulamaz, aksine sinemanın büyülü dünyası kişinin bilinçaltını kendine karşı savunmasız hâle getirir.

Bugün hepimizin dünya algısını filmlerin kurduğunsan söz edebiliriz, kulaklıkla müzik dinlemenin bu denli güzelliğini dahi fon müziği denen merete borçluyuz. Çok mu konuştum. Peki. 


İyi insanın aracı iyi filmdir.