Merhaba. Günlüğü bazen dostum gibi göremiyorum. Bazen benim düşmanım gibi. Kendimden başka her şeyden bahsettiğim bir düşman. Bazen ise bir kuyu. İçinden su çıkarabilirsin, içine toprak ya da taş atabilirsin. Çok şanslıysak altın bile bulabiliriz.

Belki de kapatıp gideriz üstünü. Günlüğe bazen bizim olmayan bir olayı bile yazıyoruz, kendi içimizden geçirerek tabii ki. Günlerimizde başkasını misafir ediyoruz gibi. Eli boş gelmeyen misafir gibi onlar da bir şeyler bırakıyorlar bize.

Bir hocamız her gün en az 4 sayfa yazı yazmamızı söylemişti bir zamanlar. Bu cümleyi ilk duyduğumda gülmüştüm. Her gün o kadar ne yazabiliriz ki, diye. Daha sonraları bu anımı hatırladığımda da kendi hâlime gülmüştüm. Neyse ki ikinci gülüşümde az çok bir şeyleri anlamaya başladım. Evet bu anlamış hâlim. Bazen birine bir şey anlatmaya çalışıyorum ya da bir şey söylemeye. Ama kendisi o kadar yoğun ki beni dinlemiyor, duymuyor. Belki de söyleyeceğim şeyin onun gözünde zerre kıymeti yok. O zaman kelimelerimin elinden tutup gel çocuğum evimize gidelim, biz seninle evde oynayalım, der gibi oluyorum. Hâlbuki ben kelimelerimi hava alsınlar diye dışarıya çıkarmıştım. Onlar yağmura da hazırlardı, kara da. Nefes bile alamadan geri dönüyorlar içeriye. Onlar nefes alamıyorlar ve beni de nefessiz bırakıyorlar. Bence insan anlatamadığı, dinlenilmediği, konuşamadığı zaman bir nefes daha eksiliyor buralardan. İçimizde dışarı çıkarılıp sonra asık suratla geri dönenler ile dışarı çıkmak için sıra bekleyenler arasında bir kavga başlıyor daha sonra. Bağırışlar, çağırışlar, inlemeler, yaralar... Ama hepsi bizim içimizde olup bitiyor. Kimse kulağını dayayıp da duymuyor bunları. Gerçi içten bir "nasılsın" da yeterli. Neyse biz konumuza dönelim.

Olan yine bize oluyor.

İşte o zaman anlıyorum her gün 4 sayfa ne yazacağımı, 4 sayfanın ne kadar da az olduğunu. Söyleyemediğim kelimelerim bile en az 10 sayfa eder.

Bazen bir çocuk görüyorum, babasına bir şeyler söylemeye ya da sormaya çalışıyor. Ama babası orada değil sanki. O çocuk o sorunun cevabını şimdi istiyor sonuçta. Babası bilmiyorum dese bile olur. Ama cevap vermemek, dinlememek... İnsan gibi cevaplar da değişiyor zamanla. İnsan ilk cevabı duymayınca diğer cevaplar hep eksik, hep yanlış... O çocuk bir ağacı gösterip onun ne olduğunu sorduğunda; bir ağacın kuşların memleketi olduğunu, yeşil yapraklarından serin sular içildiğini öğrenemeyince hep eksik mesela. Bir zaman sonra bir ağacı kesip kuşların memleketini ya da serin suların nerede olduğunu arayacak.

Bir baltayla dikilecek babasının önüne. O zaman cümle kelimeyi döksek çocuğun önüne olur mu? Zamanında bir kelimeyi çok gördüğümüz bir insanı bir zaman sonra cevaplar ülkesinin padişahı yapsak da fayda yok gibi.

İnsanız işte. Bir cevabın kölesi oluyoruz bazen. Ne kadar kelimelerimizi tutsak da içimizde bir neşeli cümleye, güzel bir sohbete kayıyor gönlümüz. Çok değil anlaşılmak istiyoruz. Ya da konuşmak ya da dinlenmek. Bence bu istekler normal. Anormal olan ne? Bilemiyorum işte, bilemiyorum.