Yıllar önce izlediğim bir belgeseli hatırladım geçen gün. Bir enstrümanı, ney'i anlatıyordu belgesel. İzlediğimde galiba yirmi yaşındaydım. Ve aklımda kalanları yoklayınca, yirmi yaşımı tebrik etme isteği uyandı. İçimden, "iyi ki izlemişsin belgeseli yirmi yaşım. Ve o vakitler, çok az şey görmüş ve yaşamış olmana rağmen, iyi ki anlamış ve takdir edebilmişsin, " dedim. Bilmiyorum; belki de gençliğimle barışma günüydü o gün. 


Bir göl kenarında köylüler, güneşin kızıla çaldığı vakitlerde, sallarıyla çıkıyorlardı yola. Sanki sazlar arasında görünmez patikalar varmış gibi hiç kaybolmadan ve hiç bir şeylere çarpmadan ilerliyorlardı usulca. Sonra sazları kesiyor, istifliyor ve karaya dönüyorlardı. Bir usta vardı aralarında. Sazları tek tek elden geçirip boyuna, eğimine, kalınlığına ve boğumlarına göre seçip ayırıyordu. İyi olanlar, ney olma fırsatı yakalayanlar oluyordu. Ve sazlar bir ölçüde kesiliyor, milimetrik hesaplarla üzerlerine delikler açılıyor, süsleniyor ve sazendelere gönderiliyordu... Sonra -fonda galiba Neyzen Tevfik çalarken- dış ses konuya giriyor, bir neyzeni tanıtıyor ve o da, neyin kendisi için önemini anlatıyordu. İşte onlardan biri, elli yaşlarında, esmer, bıyıklı bir arkadaş, boynunu bükerek ve elindeki neyi incitmekten korkar gibi bir hâl içinde şunları söylüyordu; "neye bakarsanız, içinde hiç bir şey yoktur, bir boşluktur. Ama üflediğinizde, içine dünyalar sığar.." Evet, ney, bir boşluktur ve gerçekten de içine dünyalar sığabilir. Peki o küçücük boşluğa, kim sığdırıyor dünyaları?


İnsan, bin emek ve bin zahmetle dünyayı, önce kendi içine sığdırıyor. Eylül'de dökülen sapsarı yapraklar, deniz üzerindeki beyaz bulutlar, yağmurun sesi, bir çocuk ağlaması, uzaklardan geçen bir trenin tıkırtıları, izlenen bir film -Canım Kardeşim mesela-, sabah ezanının dinginliği, annelerinin ardında yüzen ördek yavruları, apansız akla gelen ilk sevgili ve onun şimdi, şu anda ne yaptığı sorusu, her yeri kaplayan bembeyaz karı ilk defa görünce yaşanan şaşkınlık, bir gün herkes gibi annemizin de öleceğini bilmenin yarattığı hüzün ve çaresizlik, yarım bıraktığımız kitaplara asla yeniden başlayacak gücü bulamayacağımızı hissettiğimiz o an, papatya kokuları, soba çıtırtısı huzuru, bahar vakti öğlen uykuları, ilk öpüştüğümüz an, yirmi yaşımızla barışmanın güzelliği... birleşiyor, bizimle ve gövdemizle bütünleşiyor ve nihayet bir nefese dönüşüyor.


Nefes, -galiba bu sebeple- basitçe ciğerlere havanın dolması ve boşalmasından ibaret değil. Nefes, içinde canı, cananı ve dünyayı barındırıyor. Sonra bir saz, ney geçiyor elimize ve üflüyoruz. Göz ile görülmeyen nefes, bir boşluğa giriyor ve öte tarafta dünya yeniden, bir başka ve bir güzel, rengârenk meydana geliyor... Ulu insanlar, yokluk ve boşlukla, dünyayı güzelleştiriyor.


Hiçlikte dünyayı, nefeste canı, canda güzeli görenlere... aşk ile.



Umut Ulaş Çelik 

1 Ağustos 2023

Gültepe