Var olmanın dayanılmaz ağırlığı. Kimi zaman çok uzaklardan kimi zaman yakından çıkıp gelen ığıl ığıl bedenin her hücresine taş gibi oturan o his. Belirsiz ve sebepsiz. Van Gogh da anlamlandıramamıştı bu hissi, Nietzsche de. İnsan olabilmek, insan arasında insan kalabilmek. Hiç bitmeyen yarış... Hep alelacele bir yere yetişecekmişçesine, dikkatsiz. Yola koyulduktan sonra cüzdanını unuttuğunu fark etmişsin gibi hep. Koştur koştur yaşarken aklına düştü işte. Zamanın birinde evden çıkarken almayı unuttuğun şeyin, ruhun olduğu. Sonra çok beklemişti de acelen vardı, dönmeye üşenmiş, sonra da unuttun gitmişti. Dört duvar içine hapsetmiştin onu da derin sessizlikte karanlıktan korkmuştu. Her gidişinde seninle gelmek istemişti de sesini çıkarmadan unuttuğunu fark etmeni beklemişti. Bir gün dayanamayıp seni bulmaya çıkmıştı da mahallenin çocukları dövmüş, kediler tırmalamış, polisler işkence etmişlerdi. Delilere, evsizlere, sokak kadınlarına ve ayyaşlara rastlamıştı da çöküp kalmıştı yanlarına. Yorulmuştu zaten seninle koşturmaktan. Biʼ keresinde o çok sevdiği filmi bir kere daha izlemek istemişti de sen zorla bara götürüp biʼ adamla buluşmuştun. Adam seni hiç dinlememişti de çok üzülmüştü. Oysa güzel de konuşmuştun. Belli ki hiç fark etmeyecektin yokluğunu. Öyleyse o da bir daha eve dönmeyecekti. Burada kalacaktı. Delilerle, sokak kadınlarıyla ve ayyaşlarla.