Durduğumuz yerde seyredip duruyorduk onları. Endişeleri, kargaşaları, dolanıp duran düşünceleri… Sadece birer seyircisiydik tüm olanların. Yetişmeye çalışmanın bizim için en zor olduğu zamanlardı ve belki de gücümüzün yetemediği tek şeydi. Bir şeyler için uğraşmak, olması için ümit beslemek, bir şeyleri başladığı noktadan ileriye götürmek bizim için çok zordu. Çünkü biz olduğumuz yerde kalmanın, seyircisi olmanın, bir şeylerin değip geçmediği evrenin yolda duranıydık. Bizi diğerlerinden ayıran bu müthiş sistemin dünyasında varlığımızı devam ettiriyorduk. Bizde kalanın izleri, yetemediğimiz, yetişemediğimiz, ne kadar istesek de kılımızı bile kıpırdatmaya mecalimizin olmadığı zamanların anısı sancıyordu. Başkalarına yük gibi görünen tüm durumları biz de yük olarak kabul ediyorduk. Ama biz yükümüzü omuzumuzun birer parçası olarak görüyorduk. Onlardan farkımız buydu. Bilincimizde dönüp dolaşan her şey için ayrı bir kılıf oluşturacak kadar mücadeleci, onların oluşturduğu kılıfa girmeyecek kadar asildik. Her şeyin kafada başlayıp yine orada bittiğinin bilincindeydik. İşte o kafaya erişince diniyordu tüm sancılar. Elbette kırık dalın damarlarında su görmeyen çiçeği olmak istemedik. Oluşumların bizi ittiği noktada iplerin elimizden kayıp gitmesini istemedik. Dünyanın pastası dururken önümüzde kuru ekmek ve suya muhtaç olmayı herkes gibi biz de istemedik. Ama şimdi evrildiğimiz olan bu nokta her şeyin kabul gördüğü, suçlunun aranmadığı, isteklerimizin sırtımızda oluşturduğu tırnak izlerine rastlanmayan bir noktaya dönüştü. 


Başkaları için bulanık görünen bu nokta bizde şeffaf, en dipteki karanlığı gösterecek kadar aydınlıktı. Bizim için artık bulanık görünen noktaların ehemmiyeti yoktu. Ne dipte dolaşan çamurların ne de dolanıp duran yosunların. Kendi noktamızın karanlığına ulaşamamışken yosunları boynumuza dolamaya gerek duymadığımız o muhteşem noktadaydık. Bu noktada aşılmış düşünceler, sınırları geçilmiş zihinler, sadece huzurla beslenen bir dinginlik vardı. Evet, huzur, durduğumuz noktada yaşadığımız karışıklıklar, zararı sadece geçirene dokunan cinnetler ve her şeyin anlaşılır olduğu zamanlardaydı. Şimdi ise dağılmış kıyılara benziyor durduğumuz bu noktalar. Her gelenin yerlerinden söküp attığı, zihnindekileri etrafa saçtığı, giderken bıraktığı…

Hiçbir şeyin eksilmediği, omuzlarımızın giderek ağırlaştığı bu noktada hissettiğimiz bu boşluk en az varlığımız kadar aykırıydı. Bu kalabalık, bu saçılmışlık Tanrı'nın varlığımıza bir hakaretiydi. Ruhumuzun, zihnimizin yüce oluşunu zedeleyen tek şey bu kalabalıktı. Oysa bu kalabalık varsa uzun bir çizgiden de bahsedilebilirdi. Bu çizgiler çok sıkıyor bizi. Nasıl oluyor da biz noktalardan bu çizgiler oluştuğu halde onlardan olamıyorduk? Neden bir varlık bütün oluşuma karşı çıkacak kadar aykırıydı? Ya da sıyrılıp uzaktan bakmak bizi kendimize ulaştıran yegane şey miydi? Sorular, sorular, sorular…