Ne zaman niyet etsem bir şeyler yazmaya,
Oturduğum masada bir kahveyle demlenir gerisin geri kalkarım.
Bir ressamın cebine doldurduğu renkleri meç edip tuvali darbelemesi gibi bir şey olmuyor benimkisi...
Bir ressamla aynı perspektiften de bakamadım zaten hiçbir zaman insana,
O görünen çizgilerle ilgilendi hep, kaçış noktalarıyla...
Yüzdeki kırışıklıkları hesapladı, sezdirmeden, deşmeden...
Bense kabuktan düşmüş yaraların izlerini, çizgilerin insanı ele veren sırrını ezbere biliyordum.
Benziyordu yaralar, akranıydı bir çok acı ötekisinin ne de olsa...
Çocukluğumdan beri dünyanın muhasebesini bu çizgilerle tuttum... Mutlu olanlardan çıkardım hep mutsuz olanları.
Eksilmelerini istemedim halbuki, fiilen yok etmesini bekledim belki de çocuk aklıyla mutsuzluğu.
Kiminin yüzünden bile okunmuyordu sesinin ızdırabı,
Çaylak bir nesilde, analog bir fotoğraf makinası edasıyla sermayemi topluyordum.
Şimdi ne zaman kapatsam gözümü hemen hepsi karanlıkta televizyonun önünde beliren kelebekler gibi gelir dikilir karşıma.
Çizgilerin derinliğine göre raks eder kelimeler beynimde.
Bu formatlanmış acıları, mahremiyetine çok ilişmeden bir iki satırda soluklandırır sonra salıveririm.
Sirayet ettirmeden sürura, ıslah ederim kendimce satır aralarında.
Budalalık bu ya!
Çeyrek asır geçince ne değişiyorsa acıların özünde,
Sen hangi acının ıslahından bahsediyorsun diye kızıyorum kendime.
Müphem bir zamirin içinde kendi acılarımı görmüş gibi çıkışıveriyorum hemen
Acı işte adı,
Ha yarım asır önce Leyla ablaya musallat, ha sana...
Fıtrat bu aynı fıtrat!