“bak işte yaklaşıyor fırtına

bak yine yükseliyor dalgalar

yollardan sonra yıllardan sonra

şarkılar söylüyor çocuklar”


“beni vur, beni onlara verme” diyordu o “sakıncalı” şarkıda.


-ne yazık, öyle bir coğrafya ki taraf olmadan şarkı bile dinleyemiyorsun. herkesin bir kampı, herkesin kendine göre bir doğrusu var, elbette benim de ama benim durduğum yer, oraya varan yolların sıradışılığından dolayı biraz fazla ıssız, zâten oldum olası sevmemişimdir kalabalıkları. kimseye kendimi kanıtlamak, fikirlerimi, ödediğim bedelleri açıklamak kaygısı hissetmedim bugüne dek. kim olduğumuzu ve kimin ne olduğunu bilmiyormuşuzcasına dinlediğimiz şarkıdan, okuduğumuz şiirden bizi yaftalayacak olanlar da zerre kadar umrumuzda değildir. ne demiş büyüklerden biri; “senin herkes dediğin kalabalık içinde câhilleri, hâinleri, budalaları bol bol barındıran bir kuru gürültüdür. herkes dediğin şey bir hayvan sürüsüdür.” bunu içselleştirdiğimiz gün özgür olacağız.-


insan, “beni vur, beni onlara verme” diyebileceği biriyle kaç defa karşılaşabilir ki şu hayatta? “ard arda bilmem kaç zemheri geçti”, kimilerinin dostları düşmanları, ülkeleri bayrakları, milliyetleri değişti bense hâlâ aynı tuhaf, kavgacı, yılgın, karmaşık yâni nâzım usta deyimiyle “uykusuz, aksi, nâlet” adamım. kalbimi tuz buz etmiş geçmişimin kara bir mîrâsı olarak kaldı bu tâvizsizliğim. benim hayâtımda ancak benim kurallarıma uyarak kalınabiliyor maalesef. öyle ki bâzen ben bile sille tokat atılıyorum kendi hayâtımdan. yalnız kalabiliyor olmanın getirdiği bir diktatörlük... iyi ki ülkenin başına geçme şansım yok, sığınmacısıyla kaçağıyla neredeyse 100 milyon olan nüfusu 3 ayda 30 milyona indirmem işten bile değil. stalin, churchill, roosevelt, mussolini ve aklınıza gelen bütün soykırımcı diktatörler, karşımda düğmelerini ilikler. tabii ki demokrasi taraftarı değilim fakat kendimden biliyorum ki tüm gücü tek adama vermek büyük yanlış. hayâtın her alanında aslında hiç istemediğim bir atılganlığım vardır fakat sevdâya rastlayınca kaçmayı biliyorum yalnızca. aşk başlı başına bir tuhaflık âbidesiyken daha da tuhafı bir kadının size olan aşkından emin olmakmış. bir kadın benim gibi sert mizaçlı, memleket meselelerine lüzumundan fazla duyarlı, yüzünde 3. bir hilal bulunduran, “gerici, yobaz, kıskanç” bir herifte ne bulur anlayamıyorum? bana meyyâl bir kadının bende gördüğünü, benim kendimde hiçbir zaman göremeyeceğimi biliyorum. her nedense kendimi sevemiyorum, sanki kendimi değerli görürsem kibre, enâniyete sebep olurmuş gibi geliyor bu. önemli olan millettir, memlekettir düsturu iliklerimize işlemiş. yoğun bir değersizlik hissidir günden güne büyüdü içimde, çünkü böyle yetiştirdiler, buydu çeliğimize verilen su. halbuki seven, sevilen, saygı gören biriyim; saygıya ve sevgiye değer insanlar tarafından. ben bile kendime güvenmiyorken birinin, hem de alelâde değil sâhiden bu devirde ziyâdesiyle az rastlanan bir asâlete sâhip çok değerli birisinin güvenini kazanmak hem sevindirici hem de çok tedirgin edici. bir başka konu da kendimi mutluluğa lâyık görmemem. evsizliğe, düzensizliğe, bir bekleyenimin olmayışına, sabâhın 4’ünde yalnızca allâh’ın ve kedilerin olduğu bomboş sokaklarda ankara kışlarından yâdigár kederli ıslıklarla dolaşmaya öyle alışmışım ki bağımlısı olmuşum âdetâ yalnızlığın. konfor alanı denilen zımbırtı bu olsa gerek. hangi dizi ya da filmde geçtiğini hatırlayamadığım bir sahne vardı, kadın adama “seni seviyorum” diyor, adam da “geçer” diyordu. yıllarca böyle dolaştım, çocukken bana öğretilen ve bugün bile erkek öğrencilerime öğrettiğim “kadınlar muz kabuğu gibidir, adamın ayağını kaydırır” öğüdüne sımsıkı tutundum. başta öyle zannedilse bile burada bir kadın düşmanlığı yok, bilakis erkeğin kadın karşısındaki acziyeti vurgulanıyor. zâten erkeğin başlıca 3 sınavı vardır; kadın, makam, para ve fakat neyi yasaklıyorsan kendine, neden kaçıyorsan onun tutsağısındır. bugüne dek gördüğüm ailelerin neredeyse hiçbiri huzurlu değildi. kötüyü çağırmamalı fakat kendi ailem de böyle olur korkusunu da taşımıyor değilim fakat 12 yaşından beri mutlu, huzurlu bir ailem; beni çok seven, saygı duyan ve çok sevdiğim, hayran olduğum, uyumlu bir karım ve melek gibi, vatana millete, ailelerine hayırlı, açık yazgılı, nâmuslu, çalışkan kızlarım olsun isterim ve pek çok adam da bilirim benim gibi ancak bunun için çırpınan, bize deli gibi -zâten akıllı işi değil- âşık kadınlardan da uçar adım kaçarız. -ilginçtir 4 lafından 5’i kadın olan, bir kadın kendisine öl dese ölecek, vur dese vuracak kıvamdaki adamlar tanırım, birisi bile peşlerinden koştukları kadını elde edememiştir. “kaçan kovalanır” lafını sevmem fakat gerçeklik payı var ancak sizi seven bir kadın ya da adamla rastlaştırmışsa yazgınız, ölçüyü kaçırmadan o sevginin gereğini yapmalısınız.- sevilen bir kadının aşkından emin olabilmek tanrı’nın en büyük lütfudur ama biz kıymetini bilmeyiz. gül gibi giden ilişkileri, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları bahâne ederek, “bilmiyorum” diye sayıklaya sayıklaya mahveder, sonra da gider acılı şiirler yazar, birbiri ardınca sigaralar yakarız. gerçi “aşk, bahânesidir şiirin” demişti şâir lâkin mesele özünde bizim aptallığımızdır. her nedense yapayalnız yaşayıp yine yapayalnız ve sessiz sedâsız bir kuytu köşede ölmeliymişiz gibi iç kemiren bir hissin kıskacındayızdır. huzursuz bir ailede yâhut huzurlu bir ailede olsa bile evden ayrı geçmiş bir çocukluk sorunlu bireylere gebedir. elbette insanlar hayattaki bütün rezillik ve hatâlarını geçmişin sırtına yükleyemez fakat geçmişiniz ve aileniz de görmezden gelinemeyecek bir etkendir. evliliğe gelince, bu bambaşka bir konu. gerçekten değerli bir kadın yâhut adam tarafından evliliğe lâyık görülmek sâhiden büyük bir onur fakat insanlar bunun böyle olduğunun farkına varmadığından, sanıyorlar ki bekár insanlar evlenemedikleri için bekárlar. tabii ki evlenilmeye değer bulunmamış oldukları için bekár olanlar da var fakat bir kısmı da buna değecek birine rastlayamadıkları için yalnızlar. burada ilk koşul uyum, zıt kutuplar zırvasına aldırmamalıdır. siz istediğiniz için sizin istediğiniz gibi yaşamaya başlayan biriyle değil siz onun hayâtında yokken de sizin istediğiniz gibi yaşayan bir insanı bulmaktır esas mesele. bir psikiyatristten dinlemiştim, “siz eşinizi seçebilirsiniz ama çocuğunuz anne - babasını seçemez” diyordu. diyelim ki bir kadın içki içiyor ama sizden sonra bıraktı, onunla olmaz, çünkü o ilk fırsatta kendisi için normal olanı yapacaktır. insanların yaşam biçimi beni ilgilendirmez, örnek olarak verdim. bunun tam aksi muhafazakar biri de olabilir ve siz istediğiniz için bâzı tutuculuklarını bırakmaya çalışır fakat ilk olayda bütün gelenekçi, erkek, Türk özellikleri ortaya çıkacaktır, çünkü her şey aslına döner. sonuç olarak, kaçıyorum, kaçıyoruz ama insan kendinden nereye, ne zamana kadar kaçabilir ki? “niye izin vermiyoruz yolumuza kuş konmasına?” tanrı, bizi zaafiyetlerimizden korusun. “yolun doğrusunu göstermek o’na âittir.”

.

musâ hiram duvarcıoğlu