Priz ömrünü almaya yüz tutmuş ve kendinden büyük birkaç yüz yutmuş kaskatı bir betondan yapılma kaotik bir bilmece döktün kapımın önüne. Kapkara bir kütle ve eşiği bekliyor. Ne ellerim o kadar güçlü ne kafam o kadar dingin.


Silolarında ıslanmış buğdaylar, tepsi tepsi ayıklanmış pirinç, kabuklarından ayrı sebze yığınları, hep kaynayan dev bir kazan. Ev sanmıştım içini. Yuva. Ne ben evsizliğe böyle alıştım ne beni kaldığım yerler o denli büyüttü.


Kıvılcım gibi parlayan adımlarla, kollarıyla omzumu saran kovalama ıslığı, iki parmağının ucuyla ritim, ahenk, senkron. İp üstünde asaletiyle yürüyen camdan cambaz. Parendede birinci. Senkop. Dans ediyorum sanmıştım sesinle. Ne o kadar çeviğim ne o denli zarif.


Sayfalarca pürüz, sayfalarca ıssız oda, sayfalarca gaddar lordun korku salışı. Anlattım. Yutkunma kalabalığı. Sözcük sözcük yutulan yedi günün dördü, şans sanılan, uğur sayılan, lütuf. Zihin duvarımda manolyaların arasına astığım turuncu fontlu, kare formlu bir takvimsin sanmıştım. Gün dönümüm. Ne manolyam var ne cebim.


Uzun yelkenli sıfatsız bir akıl tutulması. Ormanda mümkündür ancak mücadelem. Tek “es”li bir ezginin burgulu saçına dikkat kesimi. Vurucu her darbede nöropatik vukuat. Çırak bir çıra gibi sönmeyi de bilmeden duruşumuz. Ne ateşim var ne benden türemiş isimler.


Tut beni Bartu, korkunç, ben umutsuzluğa alışıyorum.