Adliyenin önünde bıraktı beni minibüs. Aslında biraz daha ilerde inecektim. Birileri burada inince ve az ilerde bir kere daha minibüsü durdurmaktan utandığım için ben de indim. Şimdi bu taş binaya bakıyorum. Ne için kullanıyorlar acaba? Adliye dediğim, aslında eski adliye çünkü. Şimdi kocaman bir bina daha yaptılar. Adıyla uyumlu bir saray yavrusu. Dış cephesi komple granit ve içerde mermerler. Böyle büyük, kocaman binalar yapmayı gelişmek, modernleşmek sanıyorlar galiba. Oysa bu eski, küçük binalarda da adalet yoktu. Hatırlıyorum; gençlerin işkence davaları devam ederken biz de gelip basın açıklaması yapardık burada. Şimdi buna bile izin vermezler. Adaleti metrekare hesabıyla ölçmeye çalışmak da anca bize yakışırdı zaten; "ne kadar büyük, o kadar adil!" Hadi be ordan... Az ilerleyip sağa dönünce Yorgun Demokrat adında bir kıraathane vardı köşede. Şimdi göremiyorum ama. Ahmet Kaya'ya saygımızdan, çok çay içtik burada. Kim bilir; belki de bizim gibi sazanları tavlamak için bu ismi bulmuşlardı. Şimdi ise onun yerinde, Bıcıbıcı diye çocuk ürünleri satan bir dükkan açmışlar. İsmini nasıl buldular acaba? Belki bir aile toplantısında bulmuşlardır. Parlak fikirli bir enişte yumurtlamıştır. "Çok orjinal fikir gerçekten de" demişlerdir ve eniştenin koltukları kabarmıştır. Bu köşede iş yapabiliyorlar mıdır acaba? Parlak fikirli eniştenin buna da bir çözümü var mıdır? Ne garip dertlerim var ya hu... Kaldırımda, ayak şeklinde stickerler var. Telefon hastanesi diye yazıyor üzerinde. Telefon Hastanesi! İddiaya gel. Serum bağlanmış galaksiler, ameliyattan çıkmış xiamiler, ellerindeki çiçeklerle hasta yakınları... Nedense ayağımı, telefon hastanesi stickerine uydurmaya çalışıyorum. Sanki malzemeden çalmışlar. Bu ayak en fazla 36 numara... Stickerler bitti ama ortada hastane falan yok. Neyin muhasebesindesiniz lan siz? 


On dakika oldu yürümeye başlayalı ve daha tek bir Ağaca denk gelmedim. Yok. Bu şehirde resmen ağaç falan yok. Güya yeşil bir şehir diye bilinir ama çocuk parklarını, askeriyeyi, bir de mezarlıkları çıkarsak, yeşil diye bir şey kalmayacak. Eskiden, kentin ortasında askeriyenin ne işi var derdim. Şimdi, onlar da giderse yeşil diye bir şeyin kalmayacağını anlıyorum. "Nasıl bir çağa denk geldik yarabbi" diyenler olacaktır. Ama ben, böyle demem. Ben devrimciyim. O köhne binaları yıkar, yerine çiçekler ekeriz bir gün. Ama bu haliyle şehir, sadece kocaman bir gölgelik olsun diye yapılmış gibi duruyor. "Neden böyle bağımsız binalar yapmakla uğraşmışlar ki" diye düşünüyorum. Mesela bütün kenti, şöyle dört katlı, beş milyon metrekare tek bir bina gibi tasarlayabilirlermiş. AVM gibi düşünün. Bodrum kat otopark olur, birinci kat alış veriş için ve üst katlar da daire olur. Ne güneşte yanarız ne yağmurda ıslanırız. Hem zaten millet, hafta sonu tatil diye AVM'lere gitmiyor mu? Alın size ömürlük bir yapı. Bütün kenti AVM yapalım, siz de kurtulun biz de. "Bir parlak fikirli enişte daha" diye düşünüyorsunuz, biliyorum. Ama ben, kimsenin eniştesi değilim ki... Offff! Ya sahi, ben bu şehirde nasıl yaşayabilmişim. Yirmi beş yıl önce oturduğumuz evi görünce aklıma bu düşünce geliyor. Daracık bir sokak, altı metre cepheli dört katlı bir bina, odadan odaya ışık alan ve bir türlü ısınmayan bir daire. Tam öğrenci işi işte. Eh, öğrenci de öyle pek insandan sayılmadığı için... Ama ben, biz, insandık. Ulan şehir, en çok zulmü bize yaptın ya neyse; şimdi ağzımı bozmayayım.


Sağdaki cadde sokak karışımı, kişilik bunalımı yaşayan yolda bir lokanta vardı. Bazen ustanın on yaşındaki oğlu olurdu dükkanda. Kısa boylu, topalak da bir şeydi. Babasından öğrendiği gibi o da "köftem var, fasulyem var, kıymalı yumurtam var" derdi. "Sen kimsin la, sanki yemekleri kendin yapmış gibi sahipleniyorsun" diye takılmıştık. Söylemeyeydik keşke diyeceğim ama onun o bir karış boyla, kendinden emin, büyümüş de küçülmüş tavırları şimdi bile gülümsetiyor beni. "Köftem var, kıymalı yumurtam var..." siktir lan...

 

Binlerce yıllık bir şehir burası. Ama bence bütün şehir 1982 yılında inşa edilmiş. Yani şehrin ruhu, o yılda çakılı kalmış. Ne öncesi ne sonrası yok gibi. (1984 yılını seçseydim alt metni göndermesi falan da iyi olurdu ama hiiiiç uğraşamam şimdi. Hem size ne ya hu. Bu benim yazım. Şehir de 1982 yılına ait işte. Karıştırmayın kafamı.) Bir kent düşününki efendim, tamamı gri, bitişik nizam, asansör yönetmeliğinden yırtmak için hepsi dört katlı inşa edilmiş apartmanlardan müteşekkil olsun. Ve bu şehirde, şehir diye anılan yerde ağaç falan olmasın. Yok, vallahi yok. Ağaç yok şehirde. Nasıl farkına varmazlar bunun ve nasıl çıldırmaz insan? Şu durumun normali, çıldırmak olmalı çünkü. Şimdi sokak aralarında dolaşırken anlıyorum aslında bu fark edememişliği. Sebebi televizyon bence. Evet, televizyon. Kimse yaşadığı kente bakmıyor ki. Her evden televizyon sesi geliyor. Çocuklar, ev kadınları, yorgun işçiler, hayat bezginleri, yaşlılar, sakatlar... Hepsi ekrana bakıyor sadece. Orada ne varsa hayat da ondan ibaret oluyor onlar için. Baksanıza; zemin katta, üç metre karelik bir balkon var. Sadece karşı apartman görünüyor buradan. Ve matah bir şeymiş gibi zeminden tavana kadar korkuluk yapmışlar bir de. İnsan olan nasıl yaşayabilir ki böyle bir yerde? Yazın pencereyi açsanız, karşı binadakinin horultusunu duyarsınız. Ve dip dibe bu evler, bizim yurt odamız gibi safi nefes ve ayak kokar. Herkes birbirinin nefesini çekip durur burada. Taze havaya hasret kalırlar... Bunaldım vallahi. Bir de böyle korkuluklar yaptırmıyorlar mı, ona gülüyorum. Burada yaşayanların, evlerinde çalınacak bir şey olduğuna kendilerini inandırmış olmaları gerçekten de takdire şayan. 


Şöyle sağlam bir ekip kurup, şehirdeki bütün televizyon ve telefonları çalsak keşke. Belki o zaman anlarlar nasıl bir cehennemde yaşadıklarını... Sanki kocaman bir mutsuzluk için inşa ediyoruz şehirleri. Bir tek yağmur, belki bu mutsuzluğa çare olabilir. Yollar ıslanır, hava serinler, çocuklar koşuşur. Yağmurun çatıdaki sesi bir müzik başlatır... Ham hayal bunlar, biliyorum. Yağmur da kesmez artık. Hem, yağmur sesi dinleyecek çatı mı kaldı şehirde? Biz yağmur yağınca dışarı fırlardık, başımızda gazete kağıtlarından şapkalarla. Sonra kaldırım kenarlarından akan yağmur sularının içinde yürürdük. Islanmak bir oyundu bizim için. Şimdi yağmurdan bile kaçıyorlar. Ne garip. 


Ben çok küfür ederim, biliyor musunuz? Hiç belli etmiyorum, değil mi? Beni kısa süreliğine, birkaç saat ya da birkaç günlüğüne tanıyanlar "hmmm, nasıl da zeki ve kültürlü, nasıl da kibar biri" der. Ama tanışıklığımız uzarsa, küfürlerime önce şaşırır, sonra alışmaya başlarsınız. Ve işte şimdi, bütün bu şeylere küfür edesim geliyor. Halka reva görülen bu gri, köhne binalara, dar sokaklara, havasızlıklara, üç metrekarelik balkonların hayat sanılmasına, dünyayı televizyon ve telefon ekranlarından ibaret sanılmasına, yağmurdan kaçmalara, kıyafet dükkanlarından taşan saçma salak müziklere, kitapçı diye girdiğim mekânlarda gördüğüm kişisel gelişim zırvalıklarına, çocuğuna verebileceği en iyi şeyin onu özel okula göndermek olduğunu sananlara, terliği çorapla giymiş birini işaret edip de kıkır kıkır gülüp kendini zeki sanan zavallılara, bir bardak kahveye tonla para vermeyi yaşamak sananlara, ön planda dizleri ve arkada plaj fotoğrafı atmazsa kendini insanlıktan istifa edecekmiş sananlara, klimasız şehiriçi otobüslere ve kent halkına bunu layık görenlere, tek hayali ikinci bir daire alıp kiraya vermek olanlara, bir otomobile bir milyon lira verip de ömrü hayatında kitaba beş lira vermemiş olanlara ve dahasına, dahasına, dahasına... 


Şehirde yürümek beni yoruyor ve öfkelendiriyor da... Ama ben, devrimciyim. O köhne binaları yıkar, yerine çiçekler ekeriz bir gün.




Umut Ulaş Çelik 

26 Temmuz 2023

Gültepe