Soytarı gibi yüzünü beyaza karalamış, anasının yamadığı pantolonu farklı yerlerden sökmüş, küçük elleri beni deli ediyor. O işlevsiz parmakları, ne araba çekmeye yanaşır ne de ceplerimden uzak durur. Şimdi oturmuş kıymetli ağacımın tepesine, tüm dutları yiyor, sanki durması için ağacı sökmem lazım.

-Yeter evladım in, diyorum. Miden ağrıyacak!

Ve bu yeterli oluyor. Tamam baba deyip iniyor, yüzündeki mimikleri okuyamıyorum, sonra arkasına bakmadan koşarak taşlı yolda gözden kayboluyor.

Hüzünle ağacımı okşuyorum, eve girip yazı tahtamın başına geçiyorum. Ben bir öğretmenim ve daha iyi çocuklar yetiştirmek istiyorum. Karım sırtımı sıvazlayıp bana her şeyin düzeleceğini söylüyor:

-O daha çocuk, hepimiz bazı yollardan geçeriz.

Gülümseyerek desteğini minnetle selamlıyorum. Aradan saatler geçiyor. Belki iki saat. Güneş batmadan afacan eve dönüyor. Soluk soluğa ve yüzündeki beyazlığa kan bulaşmış.

-Nermin’e bir şey oldu, diyor kekeleyerek. Annesi dizine oturtuyor, onunla aynı hizaya gelip kafasını okşuyorum.

-Önce sakinleş, yavaş yavaş anlat her şeyi, diyorum.

Kafasını sallıyor iki yana şiddetle.

-Nermin’e bir şey oldu!

Köyü bilirsiniz, küçüktür, olaylar aynı tencereden kaynamış süt gibi birbirine bulanıp birbirini bunaltır. Su mu katılmış, hakiki süt mü bilemezsiniz artık. Yıllar sonra süt kuruyunca kaymağı üstte görünür. Ama hiç bilmezsiniz bu hangi sütün kaymağı. Ve ben onu iğrenerek çıkarıp atarım. Köyde çıkarıp atar, sonra hiçbir şeyin anlamı olmadığını kavrayıverirsiniz. İşte süttür bu, dilim de anlamayacak damağım da. İç gitsin.

Ertesi günün sabahında olay duyuldu. Nermin denen kız ölmüş, kanalda bulmuşlar, çıplakmış. Köylüler başını çevirip kaçışmış, anasına babasına haber gelmiş. Nermin’in adı çıktı diye, Nermin çıplak çıplak uyuyor diye, Nermin kendini pazarlıyor diye. Annesi dizlerini dövmüş, oğlan kardeşleri susuyormuş, her şeyden haberleri varmış ama benim afacan gibi konuşmamışlar, babası toprağı döve döve koşmuş. O vakit anlaşılmış ki Nermin’in adı çıkmamış, Nermin’i öldürmüşler. Annesi yine dizlerini dövmüş, oğlanlar susmuş, babası içine kapanmış. Kimsenin soruşturmak aklına gelmemiş. Akşamında toprağa verildi, ben ve hanım gittik cenazeye. Dua ettik. Nermin’i yıkayanlar burnunu tutarak çıktı dışarı.

Sonraki gün pazartesiydi, okula gittim. Çocuklar sınıfta suspustu. Kara tahtanın önünde durdum. Hepsine tek tek baktım. Hiçbirinde ifade yoktu. Benim afacan en ön sıradaydı. Yaramazlıklarından sonra gözümün önüne almıştım onu. Sordum ‘’Nermin’e ne oldu?’’ diye. Kimseden cevap gelmedi. Sesimi yükselttim:

-Nermin’e her ne olduysa anlatmak zorundasınız. Bilip de anlatmıyorsanız çok büyük bir suç işliyorsunuz demektir. Size beş dakika süre tanıyorum. Konuşmaya derhal başlamazsanız sonuçlarına katlanırsınız.

Bu klasik oyunumdu, çocuklar da iyi bilirdi. Tahtaya soru yazardım, süre tanırdım ve cevap gelmezse sıra dayağı çekerdim. Bazen işi abarttığım olur, onları kara kışta sokağa bırakırdım bir iple elime bağlı olarak. Yemeklerine el koyardım, yetinmez analarına yatağa aç yatırmalarını söylerdim.

Çocuklardan hiçbiri konuşmadı. Haftalar geçti ve cezalarım anlamını yitirdi. Nermin’e ne olduğunu öğrenemedim.