Pencere pervazına yaslanmış puslu gökyüzünü seyrediyordu. Bir yandan da derin nefeslerini dinliyordu. Uzun zamandır nefes darlığı çekmesi, bir nefesin bile zor alındığı bu kalabalık odada ona nefes alma arzusundan başka bir şey düşündürtmüyordu.

Nefes al ver, al ver, devam et.

Yaslandığı bu soğuk mermer, aşağıya bakmaktan kaçınan çekingen gözler ve bir yandan ölümün ıslak sureti sırtında.

Onu aşağı itiklemek isteyen bir el vardı aylardır. Kendi elinden başkası değildi bu. Kaburgasını sımsıkı tutan, nefesini kesen, boşluğun sıcak zemininde çıplak ayak yürüten onu. Ensesindeki tüyler ürperiyor, elleri uyuşuyordu. Her sabah aynı yapışkan his boğazında kuruyor, onu biraz daha yaklaştırıyordu pencereye. Parmaklıklar ardında kalmanın kaç kere incittiğini ruhunu tahmin etmek kolay değildi. İsteyip aşağı atlayamamanın hırsı, korkunun sivri dişleri onu kaç kez incitmişti? Sayılmayacak ölçüde boğmaya çalışmıştı bu yaşama kaygısını. Kendini kaldırıp büyük taşlara vurmuştu. Yine de, orada ısrarla duran, narin parmaklarından akan bembeyaz bir ölüm arzusu. Belki de kendi ölümünden daha derin bir fikirle kaburgasında filizlenen beyaz zambak.

Uğultusuyla yaşamak zihnin, hangi ölüm vuracak kıyıya onu hesaplamak.

Kendinden çok, bu parmaklıkları öldürmek istiyordu. Ona yapışık, yapayalnız bu parmaklıklar. Kanatları duruyordu altında, kıvrımlı. Bir potansiyelin ziyan olmasıyla çekilen acının izi duruyordu sırtında. Kollarında. Bacaklarında. Alnında.

Alnında keskin bir mimik izi oluşmuştu yıllardır, kaş çatmaktan. Belki de dünya kaş çatmaktır diye düşündü.

Pencereden uzaklaştı. Yatağına uzandı. Var oluşun hülyalı bulanıklığı gözünü boyayamazdı onun. Hangisi daha acısız olurdu emin olamadı ve atlamadı. Mermiyi vermedi namluya. Kesmedi damarını. Uzun soluklu bir nefes darlığıyla yastıklar arasında huzurlu görünmeye başladı ve gülümsedi.

Huzurlu görünerek.

En çok huzurlu görünen bir rahatsızlıkla.

Kalabalık bir odada yapayalnız belki de.

Ve nefesini sayarak. Ölümden korkarak.

Perdeleri kapatarak uzandı.