On dokuz yaşımdayım ya da yaşındayım. On dokuz bana ait mi, emin olamıyorum. Sanırım hayatımın başındaymışım, gerçek hayattan (!) önce son bir düzlükmüş, bunlar altın yıllarımmış. Altın falan değil öncelikle çünkü hiçbir şey parlamıyor, aksine paslanıp çürüyor.

Gencim galiba ama içimde bir hilkat garibesi yaşlanıyor. Tam bir ucubeyim. Çocuk muyum kadın mıyım, evlat mıyım anne miyim, insan mıyım yoksa ne idüğü belirsiz bir organizma mıyım; bunların hiçbirini bilmiyorum. Gerçi insansam da ne idüğü hiç de belirli olmayan bir organizma oluyorum. Hiç genç hissetmiyorum. Ben yaşadıkça kemiklerim ufalanıp tozlaşıyor. Gözlerim sanki kuruyup büzüşüyor ben güneşe baktıkça. Nefes aldıkça boğazım düğümleniyor. Gençsem neden bu kadar acı veriyor? Tamam peki, insanım. Acı çekmek için yaratıldım ama tanrı varsa beni özellikle bunun için yaratmış sanki. En iyi yaptığım şey sürünüp zırlamak. Şımarık bir bebek gibi yapışıyorum bana ait olmayacak şeylere. Neyi bıraksam üzerinde tırnak izlerim kalıyor. Her şey yakıyor canımı. Birilere bana şefkatle dokunsa tenimde izi kalıyor, öylesine acıtıyor beni.

Ben on dokuzsam neden canım bu kadar yanıyor? On dokuzların canı böyle yanmaz ki. Daha tatlı yanar. Canlı kırmızı, batan bir acı verir. Yeni açılmış bir yaradır. Benimki sanki doğarken tenime dağlanmış. Yıllardır orada ama iyileşmek yerine çürüyor bir ceset gibi. Üzerimde ölü bir parça var. Kesip attığım yerden yine devam ediyorum ölmeye. Saksı bitkisi olsam daha kolay olurdu. Tatlı bir lilyum olsam ölü uzvumu koparıp atardınız, sorun kalmazdı. Ama değilim işte. Ne lilyum ne insan ne frezya. Hiçbiri değilim. Çatladığı yerden tuzla buz olmaya mahkum bir ucubeyim.