Tanrıʼnın var olmadığı düşüncesini dünyaya kabullendirmeye çalışarak geçirdiği elli beş yıllık ömrü bitti ve kendisini Tanrıʼnın karşısında buldu. Öldüğünü biliyordu. Zifiri karanlık bir odada, siyah ve uzun bir masada oturduğunu, masanın öbür ucundaki sandalyede kainatın yaratıcısının olduğunu da biliyordu. Göremiyordu. Masayı da, sandalyeyi de, Tanrıʼyı da. Ama biliyordu.
Ethem Hossein’in büyük günahlarla dolu, rezil, acınası, affedilemez bir hayatı olmuştu. Yaşamı atlatılması gereken bir yük olarak görür, çevresindeki çiftleri çocuk yapmamaları gerektiği konusunda ikna etmeye çalışırken şiddete başvururdu. Hamile bir kadını merdivenlerden itip karnındaki potansiyel yaşamı bitirmeyi denemişti. Dünyaya alışamamıştı işte. Alışan herkesin de aşağılık olduğunu düşünüyordu. Annesine, sadece onu doğurduğu için defalarca hakaret etmiş olan adam, intiharın gerçek bir seçenek olduğunu fark ettiği an kendi elleriyle sıkıntısına son vermişti. Sefil hayatında geçirdiği en güzel an, varoluşunun son dakikası olduğuna inandığı andı. Şimdi ise yaşamının son kırk senesinde ihtimal vermeyi bıraktığı olasılıkla yüz yüzeydi: ölüm sonrası.
Yanıldığını kabullenmekte zorlanan akılcı tarafı, bir kabusta olduğunu fısıldıyordu. Ölümden sonrası diye bir şey yoktu. Dinler de, tanrılar da aciz insanlığın hayata tutunma çabasıydı. Bilimi anlamayan topluluklar varoluşu anlamaya çalışınca tanrılar yaratılmıştı. Doğumdan öncesi gibi ölümden sonrası da hiçlikti. Ölmemişti. Ölseydi, öldüğünü bilemezdi. Ama hiçbir kabus böylesine boğucu olamaz, insanı böyle derinden korkutamazdı. İliklerine kadar, bütün varlığıyla ürküyordu. Bedeni delicesine ileri geri sallanmaya, gözleri seğirmeye, boğazından kontrol edemediği çığlıklar yükselmeye başladı. Dünya kuralları burada geçerli olsaydı, haykırışının şiddetinden boğazı yırtılırdı. Hayattayken tadamayacağı kadar derin bir çaresizliğe sürüklenmişti. Oda karanlık olduğu kadar sessizdi ama sanki aynı zamanda, şeytanın bağırarak şarkı söylediğini duyabiliyordu. Ağlamaktan yüzü öylesine çirkin bir hal almıştı ki, Tanrıʼnın bile midesi bulanmıştır diye düşündü. İnsan, beş yıl sonra gülüp geçeceği şeylere bile kahrolabiliyordu. Şimdi ise hiç bitmeyecek bir işkence söz konusuydu. Bütün dünyaya tanrının var olmadığını anlatan kitaplar yazarken doğru olanı yaptığından ve insanları özgürleştirdiğinden oldukça emindi. Yalnız, tam o anda, yaratıcıyla aynı masada oturduğu o dakikada bile, içten içe biliyordu ki, evreni bilinçli bir şekilde yaratmış ve insanlığı kontrol etmeye devam eden olağanüstü gücü reddetmek için geçerli sebepleri vardı. Koca ömrünü bir hiç uğruna tüketmemişti. İşte, saatlerce süren krizlerinden, korku nöbetlerinden, masanın altına sığınarak Tanrıʼdan saklanabileceğini düşündüğü dakikalardan sonra, aklına bu gelmişti.
Birkaç metrekarelik alanın etrafında makineleşmiş adımlarla volta atıp durmayı kesip sandalyeye oturduğunda, ölümünün ardından on sekiz saat geçmişti. Geçirdiği krizler esnasında tırnaklarını koparmış, saçlarının büyük kısmını yolmuş, üstündeki kıyafetleri yırtmıştı. Vücudunda açtığı yaralarla, morarmış yüzü ve şişmiş göz altlarıyla gerçekten de sefil bir haldeydi. Ellerini orada olduğunu bildiği masanın üstüne koydu. Ağzını açtı. Takırdayan dişlerinin arasından güçlükle konuştu:
-Şimdi ne olacak?
Sonsuzluk gibi gelen uzun bir süre boyunca hiçbir cevap gelmeyince bu soruyu dile getirmediğini, yalnızca içinden geçirdiğini düşündü. Sonra bunun hakkında endişelenmenin aptalca olduğuna kanaat getirdi. Tanrı bu ya, içinden düşünmüş de olsa duymuş ve bir cevap beklediğini biliyor olması gerekirdi. Kainatın yaratıcısı sonunda konuştu:
-Ne olacağını biliyorsun.
Tanrıʼnın sesi adama, tanımlanamaz bir müzik gibi geldi. Huzurlu ya da korkunç değildi, insanda tek gerçek doğru gibi bir şeyleri çağrıştırıyordu. Ne olacağını biliyorsun, derken cehennemden bahsettiği, temiz bir suyun dibindeki taşlar gibi netti. Bunu söylerken sesinde ona inanmayan kulundan iğrendiğine dair bir şeyler olmadığı gibi, merhametin zerresi de yoktu. Ama adamın planını devreye sokabilmesi için Tanrıʼnın biraz olsun insancıl olmasına ihtiyacı vardı. Bütün duyguları yaratanın duygusuz olduğuna inanmayı reddetti. İnanmayı reddettiği başka bir şey de, kendisini izinsiz bir şekilde dünyaya gönderme kötülüğünü eden Tanrı’ya tapmak zorunda olmasıydı. “Hiç haklı bir iş değil bu.” diye mırıldanıyordu. “İmkansız bu. Saçmalık. Nasıl olur? Olmaması lazım.” Nefes nefese söylediği bu cümleler düşünmeden ağzından fırlıyordu.
Bakışlarını tam karşısına, kapkaranlık odada göremiyor olduğu Tanrıʼnın varsayımdan ibaret olan gözlerine dikti. “Cezalandırılacak bir iş yapmadım ben. Aklımı kullandım. Aklımı kullanarak sonuçlara vardım. Fakat bunun için neden cezalandırılmam gerektiğini anlamadım. Yalan lehinde kanıtlar gerçek lehinde kanıtlardan kuvvetli olduğunda, suç gerçeğe ulaşamayandan ziyade gerçek lehinde kanıtları saklayan yüce güçte değil midir? Yok eğer beni doğruya ulaştıracak her şey gün gibi ortadaysa, sorun yetersiz aklım demektir. Fakat sahip olduğum akıl her ne kadar ise onu da bana sen verdiğine göre, benim ebediyen işkence çekecek olmam yine adil değil. Yok. Yok, anlamadım ben. Hiçbir şey anlamadım.”
İnsan, içerisinde bulunduğu durumun çaresizliğine bir kez ikna olduğunda, kendisini Tanrı’yı ikna etmek gibi gülünç acizlikler içerisinde bulabilir. On iki büyük günahı olan yazarın yaptığı da buydu. Boyundan büyük alevlerde yanmak yerine, boyundan büyük işlere kalkışmayı seçmişti. Bu işin sonunda Tanrı’nın, kendisine ve kendi yarattığı ahlaki değerlere inanmamak için geçerli sebepleri olduğuna ikna olmasını mı bekliyordu?
“Tanrıʼm,” dedi. “Bana iki gün ver. Sana hata ettiğini anlatayım. Günahlarım için de haklı sebeplerim olduğuna ikna edeyim. Edemezsem, beni cehenneminin en sıcak katına al. Fakat ikna edersem, yalvarırım Tanrıʼm, beni yok et. Hem de hiç var olmamışım gibi ve bir daha var olmamak üzere.” Cenneti istemedi. Çünkü onun korkusu ateşler içinde yanmak değildi. Yaşam bilgisinden kurtulma şansının sonsuza kadar elinden alınmasıydı.
“Gerçek olabilirsin ama aklı başında bir insanın gerçekliğine inanması için yeterli sebep sunmamaktan ötürü suçlusun. İzin ver bana. İzin ver ki, yüce adaletin yerini bulsun.” Bu lafları edecek cesareti nereden aldığını, nasıl böyle bir bahse kalkışacak kadar aptal olduğunu, Tanrı’nın bunu kabul etme olasılığının varlığına neden inandığını bilmiyordu. Hatta en iyi ihtimalde bile, Tanrı ona istediği zamanı verse ve Ethem bütün kutsal kitapların toplamından daha ikna edici bir konuşma yapsa bile ne olacaktı ki? Koskoca evrenin yüce yaratıcısı, kendi yarattığı bir kulun laflarına boyun eğip “Yaşamı yaratmakla hata ettim.” mi diyecekti? O bunları düşünürken olağanüstü bir şey oldu. “Tamam.” dedi Tanrı. Artık on iki büyük günahıyla birlikte, ebedi bir hayattan kurtulmak için kırk sekiz saati vardı.
Işıklar yandı.
Tanrı’yı gördü.
Ferhat ADIGÜZEL
2021-01-11T22:00:18+03:00"Tanrı bir varsayımdı" ve bu kez onu tanrı sürükledi. Bilim - din arasındaki bağ dışında iyi bir eser olmuş. Nietzsche esintilerini sevdim.
Adel Gece Demir
2020-11-21T22:09:51+03:00Hemen oturuyorum yazmaya, çok bekletmem umarım :)
Adel Gece Demir
2020-11-21T19:53:50+03:00Yorumlar için teşekkür ederim vee gerisi henüz yazılmadı bile Esra abla ;((
mocan
2020-11-16T23:01:11+03:00ne olursa olsun bir yazıya en şiddetli mevhumdan girmek cesaret ister. biraz yazının içinden konuştum ama çok güzel işler çıkarıyorsun adel, art da azalma e mi :)
Utku Koçlar
2020-11-16T22:59:20+03:00Su gibi aktı resmen. Kalemine sağlık Adel, umarım devamı gelir :)