Çok değil, bundan beş ay önceydi sanırım. Şubata yeni girdiğimiz zamanlar... Hava kapalı; yağmayan yağmur, boğucu bir atmosfer, egzoz dumanı, sigara dumanı, elektrikli sobayla ısınma çabası, kat kat giyilen kıyafetler, ter kokusu, eklem ağrısı... Virgül literatürden kalkana kadar sıralayabilirim bunların hepsini. Kış mevsiminden ne kadar nefret edilmesi gerekiyorsa ben o kadar nefret ediyorum çünkü. 


Akşamüstüydü. Saat dört falan. İçim sıkılıyordu bir şey yapmamaktan, yapamamaktan ve bu durumun sürekli olmasından... Yapacağın şeylerin önüne çıkan engeller vardır ama senin bunu açıklayabilecek gücün ve durumun yoktur ve herhangi biri çıkıp da seni anlamaz. Anlayamaz... İşte öyle boktan bir durum.


Başarısız olmayı bile tam olarak becerebilen bir insan değilim. Yüzüp yüzüp kıyıya geldiğimde o sığ yerlerde boğuluyorum hep. En uç noktasına çok yaklaştığımda düşüyorum hep o yükseklikten ve törpülendiğim kadar kalkıyorum düştüğüm yerden. Su yuttuğum kadar çıkıyorum gün yüzüne. Ama Şubatın o ilk zamanları farklıydı... Nefes almanın bile ağır geldiği günlerdi. Dünyanın en ağır elementlerini soluyordum. 


Annemi aradım, açmadı. Sonra babamı aradım. "Baba ya, nasıl olacak bu işler böyle?" dedim. "Olmayacak amına koyayım" deyip suratıma kapattı telefonu. Öylece kaldım. Ama sonra düşündüğümde ona hak verdim... Çünkü kırk yedi yaşına gelmiş bir adam, olup olmayacağıyla ilgili yeterince tecrübe sahibidir. Olmayacak diyorsa yanılma payı yoktur.


O akşam Galatasaray'ın maçı ile cebimde bir kısa Camel ve bir bira alacak kadar para vardı. 90 dakikaya bir tane bira ve on tek sigara sığdırdım. Ve anladım. İnsan, kısıtlandıkça başarabiliyor.