Sakini olduğum şehirde karasal ikim hâkim. Yazları sıcak ve kurak kışları soğuk ve yalnız hissettireninden. Şehir boğazımdan önce ruhumu kurutuyor. Sokaklarda insanların çoğu az yıkanmışlık ve daha pek çok az yaptıkları şey yüzünden midemi ve beynimi bulandırıyor. Sıradan şehrin sıradan gününde, sıradan insanlarının arasında sıradanlaşamamanın verdiği yalnızlık hissiyle yürüyorum. Elimde kitaplarım ve bir de defterim var. Defterim çirkin el yazımla dolu. Kitaplarımsa önemsiz. Okuduğum kitaplara bakılacak yaşa gelmedim daha sanırım. Belki de böylesi daha iyidir. Kitapların bir faydasını gördüğüm söylenemez çünkü. Beni daha yalnız ve diğer insanların gözünde daha “garip” göstermekten başka ne işe yaradılar ki? Hayatın sırlarının kitaplarda olduğunu zannedişimle hayatın kitaplardaki gibi olmadığını anlayışımın aynı döneme denk gelmesi yüzünden tüm bu buhran halim. Psikolojimin bozuk olduğunu tahmin ediyorum. Kimin değil ki? Yaşadığım kültürün ve bağlı olduğum geleneklerin altında ezilmekle modernlik safsataları üstünde uçmak arası bir yerlerdeyim. İyi bir yerde değilim. Yolda yanımdan geçen çoğu insana âşık oluyor, anlık hayaller kuruyorum. Yanımdan geçen iki insan arası mesafede yıllarca yaşıyor, o kısacık zamanda mutlu, huzurlu, üzgün, öfkeli ve daha pek çok duyguyu yaşayabiliyorum. Hayır, sapık değilim. Kulağımda John Grant – Caramel çalıyor en yüksek seste. Bir yandan, yanımdan geçen birinin şarkıyı duymasını ve sadece bir şarkıda bütün duygularımı anlamasını hayal ediyorum. O anda bana âşık oluşunun ve hayatımın geri kalanını sevdiğim insanla mutlu geçirişimin sevincini yaşarken, aynı anda aşığımın bana seslenişini müziğin yüksekliği yüzünden duymayıp hayatımın aşkını bulduğum gibi kaybedecek olma ihtimalinin hüznü içine giriyorum. John Grant çalıyor ve Caramel her iki halime de çok iyi uyuyor. Yol üstünde bir gazete bayisine giriyorum. Tirajı hiç de iyi olmayan ama sürekli almayı alışkan edindiğim gazetemi alacağım yine. Bugün kitap eki var üstelik yanında. Yalnızca bir tane var gazetelikte. Gazetem hep yalnızca bir tane olur zaten bu yeni bir şey değil. Ama diğerleri satıldığı için mi bir tane yoksa kimse almadığı için her gün sadece bir tane mi gönderiliyor? Bunu uzun zamandır düşünüyorum, eninde sonunda bu sır perdesini aralayacağım.


Başlangıçta her şey fazlasıyla olağan ve fazlasıyla sıradandı. Gazete bayii diğer tüm gazete bayileri gibi kokuyordu. Metal paranın elde bıraktığı o iğreti kokuyla gazetelerin mürekkeplerinden yayılan kokunun karışımı bir şey. Belki biraz da sigara kokusu vardır. Ama yeni içilmiş bir sigaranın değil, uzun süreler boyunca sürekli sigara içilen yerlerde ya da içen kişilerde biriken o garip koku. Baba kokusu… Belli kokuların belli zamanları veya mekânları çağrışım yapıyor olması garip bir his. Mesela otogar kokusunu bilmeyen yoktur. Mazotu, otobüslerin içine sıkılan ucuz oda parfümlerinin ve biraz da ayrılığın karışımı hani. Kokulara ilişkin daldığım düşüncelerden sıyrılarak yapmak üzere olduğum işe odaklandım. Gazetemi alıp bir an önce oradan çıkmaktı niyetim. Kasadaki amca para üstü yerine bir sakız almamı teklif ederse bir de sakız alırım tamam.


Önce ellerini gördüm. Benimkilerle aynı noktaya uzanmış ellerini. İnce, beyaz ve huzurlu ellerini. O anın ne kadar sürdüğü hakkında hiçbir fikrim yok. Bir dakika? Bir saat? Gün, ay, yıl? Bilmiyorum. Ama hayatıma etkisini düşünürsek hala sürdüğünü bile söyleyebiliriz. Tanıştığım insanların ilk olarak ellerine baktığım doğrudur. Tanışma fırsatı bulamadığım insanların da önce ellerine bakarım. Özetle herkesin önce ellerine bakarım. Bunu hiçbir cinsel uyaranla ya da sapıkça düşünceyle yapmam. Bu olsa olsa bir alışkanlık sadece. Fakat bu defa bırak aynı gazeteye uzandığımız kişinin ellerine bakmayı, karşımda birisinin olduğunun bile farkında değildim. Romantik karşılaşmamızın bir cilvesi mi desem yoksa tamamen o günkü dalgınlığımın bir sonucu mu bilemiyorum. Tek bildiğim, o elin görüş alanıma ve oradan hayatıma girişine hazırlıksız yakalandığım. Bir el ve beraberinde getirdikleri inanılmazdı. Onunla aramızda ilk anda gerçekleşenler yalnızca birkaç saniyeden ibaret olsa da benim o saniyeler içinde kafamda cereyan edenler ancak uzun yıllarda yaşanması mümkün şeylerdi. İnsanların aşkı tarif ederken “Karnımda kelebekler uçuşuyor.” gibi tozpembe benzetmeler yapmasından hiç hoşlanmazdım oldum olası. Aşk; çilekli, şekerli ve kelebekli bir şey değildi. İnsanlarsa bunu anlamamakta kararlıydı. Şimdi ise kelebeklerin karnaval yaptığı bir mideye sahiptim. Konuşmak, bir şeyler söylemek istiyordum ama ağzımdan kelebekler fışkıracak, etrafa uçuşacak da beni ele verecek diye korkuyordum. Hiç konuşmadan var olan ve konuşmaya başlandığında sönen aşklar biliyordum ve konuşursak kelebeklerin kaçmasından korkum buradan geliyor. İçinden yılların, kara parçalarının, okyanusların geçtiği bu kısacık an, benimle aynı noktaya uzanan elin yavaş yavaş geri çekilmesiyle son buluyor. Biriyle vedalaşmanın hemen ardından çöken bir dinginlik çöküyor içime. İnsanın kendine bile hissettirmemeye çalıştığı bir özlem duygusu hissediyorum. Bir el! Yalnızca bir el, bu kadar kısa bir sürede nasıl etkiliyor beni? Bir el ve beraberinde getirdikleri… Ve bir şimşek çarpıyor o anda. Elin geri çekilmesiyle içime çöken karanlık aydınlanıyor yıldırım hızıyla. Doğru mu duyuyor kulaklarım? Bana mı sesleniyor elin sahibi? Bir gazete bayisinde bulanabilecek diğer tüm gereksiz sesler arasından sıyrılan o naif ve çarpıcı sesi duyan kelebekler başlıyorlar tekrar karnımda tepinmeye. “Affedersiniz! Siz buyurun.”


Ellerinin üzerimde yarattığı sarhoş edici etki henüz kaybolmamışken sesini duymam hiç iyi olmamıştı. Kendimi iyi hissetmiyordum. Bu kelebekler de artık fazla oluyorlar canım. Mideme kramp üstüne kramp giriyor, sırtımda soğuk ter damlacıkları kendini hissettiriyordu. Artık muhatap iki insan konumuna gelmiştik. Yüz yüze bakıyor ve konuşarak anlaşmayı deniyorduk. Gökyüzünde çıktığım yüksek hızlı seyahatten yeryüzüne inmeye başlamıştım yani. Yüzü ve gözleri beklediğimden daha az dikkatimi çekti. Bunu tek bir sebebe bağlıyordum. Bir aşkın oluşum evrelerinin tamamını, en yakıcı ve sarsıcı aşamalarını ve en sonunda sönen bir ateşin ardında bıraktığı kor sıcaklığını saniyeler içinde yalnız elleri üzerinden yaşamıştım zaten. Şimdi geriye hayal ettiklerim ve aslında hayal ettiğim gibi olmayacaklarla yüzleşmek kalmıştı. Bir anda içine düştüğüm tüm bu gereksiz ve sıra dışı ruh halinden biran önce kurtulmam gerektiğini hissediyordum. Her şeyden önce ona bir cevap vermeliydim. Yeni bir aşkın ilk tohumlarını attığımı zannettiğim -ki ben hep böyle zannederim- şu dakikalardan onun beni cevap vermeyi bile beceremeyen kaba birisi olarak tanımasını hiç istemiyordum. Ağzımı açtığım anda firar edecek kelebeklere kendimi hazırladım ve konuştum. Bunu öyle alelade bir konuşma olarak düşünmüyordum. İçerik sade ve sıradan olsa da bunlar onunla ilk cümlelerimizdi ve daha çok uzun süreler beynimde yankılanmaya devam edeceğini hissedebiliyordum. Kalbimin bozulan ritmi ile çıkan seslere eşlik ediyordu söylediklerim. “Rica ederim, siz buyurun.” diyebildim yalnızca. Daha ilk cümleden benim geveze birisi olduğumu düşünmesini istemiyordum. Ya da aslında bilincim tamamen kapalı bir şekilde kendimi otomatik pilota bağlamıştım ve böyle anlarda insanlar hep ne derse bende onları söylüyordum. Emin değilim.


Kulağıma, özenle çalışılmış bir beste, nice aşkların izlerini taşıyan bir şiir gibi gelen ilk cümlesine karşı benim cümlem fazla sade ve hissiz olmuştu. Ağzımdan çıkan sözcükler yüzünden kendime kızıyor, yeni bir şeyler söylemek için fırsat kolluyordum. Benim sözcüklerimdeki soğukluğun onunkilerin ateşiyle ısınmasını umut ediyordum. İçine düştüğüm bu garip halden yavaş yavaş sıyrılmaya ve bilincimin kontrolünü tekrar ele almaya başlamıştım. Bunca yıllık bir bekleyişin ardından, Hollywood filmleri için bile fazlaca romantik kaçacak bir karşılaşma yaşamıştım sonuçta. Gazetelikte hep yalnız kalan ve yalnızlığının üzerindeki sır perdesini aralamayı başaramadığım biricik gazetemi almak üzere aynı anda aynı yerde bir başkasıyla buluşmuştum. Bu kadarı benim için bile fazlaydı. Belki de yalnız gazetemin diğer eşini alan kişi hep oydu ve belki de birbirimizi hep dakika farkıyla ıskalıyorduk. Ama bugün öyle olmamıştı ve sonunda gazetemi yalnız bırakanı bulmuştum. Gazetemi yalnız bırakmakla suçladığım insandan benim yalnızlığıma son vermesini bekliyordum. Bu arada istemsizce soğuk çıkan cevabımı vereli yaklaşık 15 saniye geçmişti ve ondan hala bir cevap alamamıştım. Yoksa kırılmış mıydı bana? Hayal kırıklığı mı yaşıyordu? Neden bu kadar soğuk olduğumu mu düşünüyordu? Belki de aniden boynuna sarılmamı bekliyordur ki bunu zevkle yapabilirdim. En sonunda bu dayanılmaz bekleyişe bir son verdi ve yine muhteşem bir ses tonu kullanarak bana şiirlerden alıntılar yapmaya devam etti (Aslında yalnızca konuşuyordu.). Duyduklarım karşısında zihnimde, midemde ve en önemlisi kalbimde olanları tarif etmem zor. Bir balonun havası kaçarken çıkardığı seslerden çıkarmak, acı acı bağırmak istiyordum. Ya da belki yavaş yavaş sönmek yerine birden patlamak daha iyi olurdu. Saatte 200 km hızla üzerime gelen bir aracın bana çarpmasına 1 cm kala kenara çekilmeyi başarabilmiş gibiydim. Aracın rüzgârını, hızını ve arkasında bıraktığı egzoz dumanın kokusunu duyuyordum. Kalbim, ritmini düzenlemekte zorlanıyordu. Durmakla çılgınlar gibi atmak arası bir noktada kararsız kalmıştı. Gözlerim karardı ama çok sürmedi. Saniyeler içinde tekrar görüşüm netleşti. Görme yetimin geri gelmesiyle eş zamanlı olarak beynime kan hücum etti ve kendimi toparlamayı başardım.


Sigara ve metal para kokusunun sindiği gazete bayisinden çıkarken bu kokuların midemi daha önce hiç bu kadar bulandırmadığını fark ettim. Kasadaki bıyıklı ve göbekli amcanın –bu amcalar hep böyle mi olmak zorunda- arkamdan şaşkın şaşkın baktığı tahmin edebiliyordum. Burnumda yeni basılmış gazetelerin mürekkep kokusu ve dışarıda karasal iklimin sıcak ve kurak havası eşliğinde yürürken zihnimde, hayatımın aşkıyla aramızda geçen diyaloğun son cümlesi yankılanıyordu.


“Lütfen siz buyurun, ben kuponu için alıyorum zaten.