Düşeş atmaktan yorulan kollar, sevimsiz naralar, bir o kadar da aldatmacalı şarkılar vardı kentinde ve sanki üzerlerine is kokusu işlemiş insanlar hep bir anda terliyorlardı, bunalttıkça bunaltan bir sefil hava iniyordu üzerime…


Ayağıma çamur bulaştığında mutsuz olan ben, boka batmaya razı gibi divane dolaşıyordum senin şehrinde; tehditlere aldırmadan, ışığı görmeden ve sağır eden sesleri duymadan, farkında olmadan…


İki kuruş eden ucuz cam bilyelerle oynanan oyunlardan kalan alışkanlıkla çırptım dizlerimdeki tozu, bayağı batıya gittiğini fark ettim güneşin ve ansızın pencereden giren rüzgar dağıttı dikkatimi, üzüm şerbetine benzeyen dudaklarının rengi gibiydi duvarlar, müstehcen sahneler oynuyordu tavanda…


İçten bir çığlık duyar gibiydi yan komşu, elektrik faturasını gördüğünde şok olan öğrenci donukluğundaydı çünkü yüzü…


Vefa bekleyen eski köpeğim kadar sevimli yüzü vardı kadının, cam şişe kola gibi özeldi bakışları ve doruklardaydı hüznü…


Yağmur sanki yağmıyor kusuyordu nefretini senin kentine, umarsız bir amca sırf bulmacası için üçüncü sınıf bir gazeteye para harcıyordu ve sarı lambanın içindeki iletken bir anda kopuveriyordu saat on yönündeki evde…


Bir güreşçinin kulağı gibi kırıklar içindeydi kalbin ve şiir sevmeye zorluyordun kendini, yeni boşanmış sonradan görme sarışın kadınlar gibi…


Belinden çıkardığı kuşağı katlayan eskiden kalma bir adam abdest almak için paçalarını sıvıyordu, yarım kalan ekmeğin içine helva dolduran gece yiyicisi bir yandan televizyonda zap yapıyordu ve senin şehrinde sular belli bir saatten sonra hep soğuk akıyordu…


Sonra bunca önemli iş gerçekleşirken civarda -yani senin o aziz şehrinde- kalktı fahişe ölüm bana geldi, boynumdan öptü belimden sardı, sonra kulağıma nefesini üfledi, seviştik…


Hoşça kal, seni işveli bir fahişe ile aldatıyorum, senin dokunamadığın kalbime hükmeden o inatçı kadınla kaçıyorum ve şehrini terk ediyorum…

Affet.