Bir sabah uyanıyorum,

Her şey yanlış geliyor.

Yatağın karşısında maundan ağzına kadar dolu

5 kitaplık,

hemen sağında sararmış küf kokulu 7 koli üst üste duruyor.

İçleri 300 küsur araştırma konusu, karalama kağıtları, birkaç takım sulu boya ile dolu.

Tavana bakıyorum,

uçları yıpranmış Edgar posterleri,

Van Gogh tabloları.

Beyaz tavanla düşmanlığım var çünkü.

Kinliyim beyaza.

Saf ayağına yatıp sinsice delirtkenliğine.

Baş ucumda bekliyor zavallı birkaç dal sigara, doluyorum parmaklarıma içlerinden en çok yıpranmış olanı.

Çakmak? Çakmak yastığımın altında.

Mecburen kazıyorum bedenimi, o kızıl saçlı geometri hocasının bahsettiği geniş açıyla yaslanıyorum geriye.

Gözler tavan köşesinde bu sefer,

sarkan örümcek ağları,

birtakım fırça lekeleri ardından çizilecek olan Yıldızlı Gece'den hızlıca bir vazgeçiş.


Ben Van Gogh değilim, değilim, değilim!


Çıldırıyorum arkadaş!

Sanatla, kitapla, klasik müzikle, burjuvazi tavırlarla çıldırıyorum.

Sigaram sönüyor, bir tane daha doluyorum tırnakları uzamış biçimli parmaklara.

Masmaviler.

Eh, boyalı eli yıkamak hakaret geldiğinden öyle masmavi parmaklar.

Çeviriyorum kafayı, kapımın üstüne bir şiir yazmışım,

"Bakma fakirmişim, kimsesizmişim..."


Orhan Veli kapımda yatıyor benim!


Birkaç şey daha yazıyor kapıda.

Goethe'den geliyor bu seferki pek bir afili,

"İnandığı işi yapanların enerjisi asla tükenmez." diyor Alman filozofumuz.

Kesinlikle yanılıyor.

Ben gülmeye inanıyorum, tablolara, kitap okumaya bazen de Tanrı'ya

evet bütün bunlar bir iştir. İsterseniz hobi, uğraşı falan koyun yerine

birkaç anlamdaş.

Aynaya denk geliyor gözlerim,

şöyle en sahtesinden bir gülüyorum kendime,

Mona Lisa gibiyim.

Saçlarım onunkinden daha uzun.

Başucumda makas var.

Saçlarım onunkinden daha kabarık.

Çünkü ben saçlarımı saklama kabı gibi kullanıyorum. Aç bak her şey orada.

Acı mı? Ense tarafına bak, mutluluk hep kulak ardımdaki tutamlarda.

Hüzün var en uçlara doğru.

Saçlarım uzun, gür ve saklama kabı.

Başucumda makas var.

Telefondan bir şarkı açıyorum gözlerim aynada. "Funnel of Love".

Dolanıklık teorisi üzerine bir vampir filmden.

"Sadece Aşıklar Hayatta Kalır", Tilda Swinton oynuyor.



Aynadan ayırmadığım gözlerimin önüne geliyor; eğilip bir kez daha dudaklarındaki kanın tadına bakıyor, Tilda.

Güzel sahne.

Makas elimde, tutuyorum belime uzanan saçları, inadıma sıçayım

hangi akıllı uzatır bu kadar saçını.

Bir ben konuşuyorum kendimle bir de ben,

biri, kesme sırların saçılır yere diyor,

öteki, sırlardan değil yüklerinden kurtulursun.

İkinci ben daha mantıklı her zaman.

Başlıyorum enseden kesmeye, önce acıdan kurtulacağız.

eh, hüzün de yavaştan terk edecek bizi.

Kapıya bakıyorum bir ara, Orhan Veli küsmüş sanki

biraz rengi atmış yazılan şiirin.

Hemen altında Goethe tam ağzını açacak,

filozoflara özgü konuşmayı yapacak, fırlatıyorum terliği!


Çıldırıyorum arkadaş!

Ölülerin fısıltısından gelen gına da düşüyor saçlarımdan.

Anlıyorum makasla bitmez bu buğday tarlalarını andıran saç.

Fırlıyorum yataktan, dolapta biyolojik adamın tıraş makinesi.

Kırk yılda birkaç kez işe yarar. Ama hep aykırı işlerim için.

Aynanın karşısına geçmişim yine,

şarkı bitmiş bir yenisi başlıyor.

Ahmet Kaya çalıyor!

Ulan telefon bile anlamış burjuvalığın kanıma yanlışlıkla,

kafamın içinden asla çıkamayacak kadar yanlışlıkla bulaşmış olduğunu.

Eh anlar tabii.

Ay Işığı Sonatı çaldığı yer rutubet kokulu bodrum katı.

Şarkı çalıyor canhıraş bağırıyor Ahmet Kaya "Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz?"

Harbiden de kim bilecek bu sanattan,

kitaptan, yaratmaktan, gülmekten başka bir halt bilmeyenin,

rutubet kokulu ışıksız evini?

Kitap alamadığı 3 yılı ansiklopedi okuyarak geçirdiğini kim bilecek?

Bir daha Ahmet Kaya!

"Siz benim kime küstüğümü nereden bileceksiniz?"

Aynaya bakıyorum, Yıldızlı Gece'den daha parlak bir kafam var.

O çok sevdiğim kanserin tükettiği insanlar gibiyim.

Dudaklarıma bir zafer sigarası bastırıyorum, Nihayetinde yüklerimi yerlere dökmüşüm,

acıyı, hüznü, anıları koparmışım ruhumdan.

Bir kadının saçları ruhuyla doğru orantılıdır dangalak, bilmiyorsan!

Bas bas bağırıyorum aynanın önünde:

"Siz benim neden kaçtığımı nereden bileceksiniz?"

Biliyorlar!

Hepsi biliyor.

Kimse de Ercan Kesal'dan bir şeyler öğrenememiş.

Bağırmıyorlar o güzelim replikten esinlenerek:

"Ben buradayım arkadaş!"

Hepsi palavra! Kimse yok. Bir aynadaki bir gökteki.

Yerde yükler, tavanda Edgar, kapıda Orhan Veli.

"yaşamış" gidiyoruz.