"Ötekileştirme" kavramı üzerine düşünüyorum bu aralar. Aynı sokaklarda birbirine değmeden yaşanan ayrı hayatlar gözümde canlanıyor. Rushdie; "Metropolle iç bölgeler arasında her zaman hınç, her zaman ötekileştirme vardır." derken aynı bölgelerde yaşanan ötekileştirme ve bu ötekileştirmenin yadsındığı tavırlar hakkında ne düşünüyor acaba diye bir soru işareti yakıyorum.


Değerlerimize ters olan olgular karşısında farkında olmaksızın örülen kalın duvarlar aklımı kurcalıyor. Görünmez tabular, söylenmemiş sözler samimiyetsiz ilişki örüntülerini ortaya çıkarıyor. Bu durumdan muzdarip olduğumuzu belirtiyoruz fakat kendimize yönelik bir öz eleştiri getirmeden, konuların üstünü kapatarak yeni bir kısır döngünün kapısını aralıyoruz. 


Yaptığımız nitelendirmeleri, vardığımız yargıları öğretilen olumsuz, haksız değerlendirmelerden sıyırmanın bir yolu yok mudur? Bir kişiyi, topluluğu değerlendirirken kendimize ait olmayan kalıplar eşliğinde öteliyor; "ama" dalına tutunarak vicdanımızı temize çıkarıyoruz. Eğer bu duruma ilişkin bir çözüm bulamadığımız takdirde; edindiğimiz düşüncelerin, sergilediğimiz davranışların kaç tanesi bize ait olmuş oluyor? 


Sorgulama becerisi, idrak kabiliyeti, düşünce gücü insanda bulunan yegâne yetiler zannımca. Yeni bir düşünce oluşturabilmek ve bunu davranışa addedebilmek adına kalıplaşmış, yanlış algılardan arınmamız ve kendi yetilerimizi kullanmamız gerekmez mi? 


Aksi takdirde yaşıyor olmadığımıza, yalnızca yaşanmış hayatları tekerrür etmek üzerine bu dünyada bulunduğumuza, sadece zaman doldurmak adına nefes aldığımıza kanaat getiriyorum. 


Aklım belirsizliğin hüküm kılındığı bu konularda karıncalı bir görüş alanına sevk ediliyor. İstediğim şey meşakkatli bir durum değil aslında... 


Sadece bilimin yanında olan bir inanç mekanizması ve inançların yaşama şeklini küçümsemeyen bir bilim ve bu somut/soyut ayrımların özgürlüğe saygı nezdinde egemen kılındığı bir dünya hayal ediyorum. 


Karanlıkta yolumuzu bulabilmek ve hesapları görebilmek dileğiyle...