Sosyal medya uygulamalarının ve dijital film, dizi platformlarının oldukça yayılmasıyla günümüzdeki televizyon yayınlarından uzak kalmış olabiliriz. Yayınları takip etmeyenler bile birçoğundan sosyal medya sayesinde haberdar olabiliyor. Toplumu yansıtan ve aynı zamanda şekillendiren, önemli bulduğum, TV yayınlarını irdelemeyi erteleyerek yalnızca gündüz programlarından birine değinmek istiyorum.

Geçenlerde "Bir Şansım Olsa" adlı bir program ile karşılaştım. Bu yayının sözde amacı geçmişinde pişmanlık ve hayal kırıklıkları yaşayan bireylere bir şans daha vererek onları bu duygularından kurtarabilmek gibi gözükse de bana arka tarafta sömürülen daha farklı dinamiklerin olduğunu hissettirmişti. Aslına bakıldığında bu program, kişilerin bir kayıp sonrası yaşayamadıkları yas sürecinin tanıklar yani biz izleyiciler vasıtasıyla yaşanabilmesine de izin veriyor. Elbette ki bu kayıp yalnızca bir kişinin ölümü olmayabilir. Herhangi bir ayrılık, göç, iletişimsizlik de bu kaybı temsil edebiliyor. Kişilerin evlendiği, evliliklerini sonlandırdıkları, ailelerin sorunlarına çözüm arandığı, faili meçhul suçların sorumlusunu bulmak için tanıdıkların yüzleştirildiği, yeminlerin ve itirafların edildiği çok sayıda program mevcut. Bunu biraz daha temele indirgediğimizde, aslında başkasına karşı hissettiklerimizi doğrulamak için üçüncü kişilere olan ihtiyacımızın bu programlar tarafından malzeme olarak kullanıldığını söylemek mümkün. Yalnızca buna hizmet edilmiyor olsa da bu ihtiyacın sömürüldüğünü düşündürüyor. Bahsi geçen üçüncü kişilerin ihtiyacını örneklerle açıklayacak olursam; bir cenaze töreni yahut bir düğün yani mutluluğun ve mutsuzluğun simgelendiği bu seremoniler birçok tanık ile donanmıştır. Bu seremonilerde kaybın ya da hissedilen duyguların anlamlandırılabilmesinde bu ihtiyaç kendini daha iyi gözler önüne seriyor. Çünkü başkası tarafından doğrulanmayan bir duygunun ifadesi muğlak kalacaktır. Primo Levi’nin "Bunlar da mı İnsan" ve Viktor Frankl’ın "İnsanın Anlam Arayışı" adlı kitaplarında bahsi geçen toplama kamplarındaki insanların orada hayatta kalabilmek için tutundukları motivasyon, yaşadıklarını diğerlerine aktarabilme arzusudur. Tutunamayanların tükendikleri nokta ise artık deneyimlerini aktarabilecek kimsenin kalmamış olduğuna inanmaları ya da birileri olsa bile yaşadıkları bu dehşete kimsenin inanmayacağı ihtimaliydi. Başka basit bir örnekle; partnerimizle ilişkimiz beklenmedik bir şekilde sonladığında yakın arkadaşlarımızla, etrafımızdakilerle yaşanılanları paylaşma isteğimiz yalnızca duygularımızı aktarmaktan ziyade gerçekten o deneyimlere sahip olup olmadığımıza emin olmak ve bunu kabullenmek için gereken ilk adımı kolaylaştırma arzusu taşımamızdandır. Hatta çok acı verici deneyimler yaşandığında şok etkisi dediğimiz durumu yaşar, tepkisiz kalabiliriz ve bizler nedense bir şeyler yanlış gittiğinde onu hep adlandırma kaygısı yaşadığımızdan, olanları paylaştığımız kişilerin tepkilerine sığınırız. Her sonucun bir sebebi, her davranışın da bir duygusu olduğunu su götürmez bir şekilde kabul etmiş ve bir belirsizlik yaşandığında dengeyi tekrardan sağlayabilmek için ivedi çözümlere girişmişizdir. Duygusal sorunlarımıza bile hızlı bir çözüm bulmak istediğimizden tanısını halk ağzından aldığımız rahatsızlığımız için ilaca koşuyoruz.

Yalnız başımıza mücadele vermenin getirdiği yüklerden fiziksel bazı belirtilerle sıyrılmayı yeğlediğimiz zamanlarda antidepresanların yok satmasına şaşmamalı çünkü olması gereken kişilere dönüşmek zorundaydık. Bu yüzden de sorunlarımız irdelenmektense ortadan kaldırılmalıydı. Ne yazık ki bu yöntem bizleri yalnızca olmak istenilenin taklidi haline getiriyor. Bu noktada kaybımıza dönecek olursak başkaları tarafından doğrulanmayan kaybımız ile özdeşleşiriz ve artık yalnızca gidenin değil onunla yetiştirdiğimiz kendi temsillerimizin de kaybı söz konusudur. Kaybedilen kişi gittikten sonra idealize edildiğinden onunla beraber yolcu ettiğimiz temsilimiz, olmak istenilenin bir temsilidir belki de.