Saat sabahın beş otuz beşi, epey bir zamandır da elime almıyordum bu mereti, elime aldığım vakte bakın, sabaha karşı altı, dinlediğim şarkı da Bülent Ersoy – Unutamazsın, gören de sanır ki çok dertliyim... Aslında, ucundan kıyısından var biraz. Olmasa bile böyle dertli dertli, ajitasyonlu şarkılar dinleyince istemsizce o moda giriyorsun ya, aman neyse biliyorsunuz zaten bu durumu. Fazlasıyla kötü.

Mecraya giriş yapıp, ‘’acaba en son ne zaman yazmışım, ne yazmışım?’’ diye kontrol ediyorum, bunu bazen, hatta sık sık yaparım çünkü genellikle hayat denen illet beni koparıyor yazmaktan, hayalimden ve ömrümü buna adamış olduğum ya da adayacağım için, geleceğimden...

Yazmak, kimi zaman çok zor, kimi zaman o kadar güzel ki, o kadar keyifli yazıyorum ki bazen, tam şu an yazdığım gibi, hiç bitmesin istermişim gibi ve sanırım bu yazıyı olabildiğince uzun tutacağım. Vakti kıymetli olan arkadaşlar, lütfen kusuruma bakmayın.


Hayatın, birçok zorlu dönemi olduğu aşikar, sanırım ben ‘’yok artık canım, yirmi bir yaşındayken de gelmez yahu bu zorluk’’ diyerekten, çok basite almışım, pek yaşı yokmuş bu hayat denen şeyin, yedisinde neyse yetmişinde de oymuş, belki de öyle olacaktır, aman boş ver, zaten yetmiş yaşıma kadar mı yaşayacağım ki? Yaşasam ne olur, yaşamasam ne olur? Tahminen yetmişli yaşları görürsem eğer, büyük ihtimalle her ‘’sanatın herhangi bir olayıyla ilgilenen ya da düşünen’’ kişi gibi, bi’ sahil kasabasının kuytu köşe, en ücra yerinden, tahtalarla yapılmış, denize girmek için üç beş adım atmanın yeterli olduğu bir yer bulmak, en büyük hayalim. Aslında bunun için sanatla ilgilenmek gerekmiyor, niye öyle dediysem artık. Heh, nerede kalmıştık? Yetmiş yaş... Şu an olduğum durumdan tam kırk dokuz sene sonrası! Tam kırk dokuz! Kırk, dokuz! Katlanamam, ben katlansam bile ruhum katlanamaz sanırım, zaten şu an bile yeterince negatif durumla karşı karşıyayız ve canımız okunuyor. Değil mi sevgili ruhum?


Yirmi bir yaşında olmanın insana enerji, mutluluk ve yaşama sevinci katması gerekiyorken bende nedense tam tersi negatif durumlar uyandırıyor... Ama şu sıralar, bundan öncesinden birazcık memnundum, sık sık yazıyor, okuyor, dinliyor, izliyor, geziyor, en kötü bir şeylerle meşgul oluyordum. Bu soruyu kendime sorarken genellikle bağırırım. ‘’Şu an ne yapıyorum?’’ Yazmak, üstünden iki ay geçmiş, benim için devasa büyük bir süre, nasıl yazmam ya iki aydır? Elime bir kalem ve bir kağıt alıp hiç mi bir şey karalamamışım? Karalamamışım işte, neden diye de soracaksanız, öyle işte... Geriye neler kalıyor? Okumak. Yazmayı ne zaman bıraktıysam okumayı da o zaman bırakmışımdır çünkü bende bu ikili ya hep ya hiç. Yazayım ama okumayayım yok, okuyayım ama yazmayayım yok çünkü ben de bunlar ikiz kardeş, aslında bende değil, bu ikili eylemi seven herkeste böyle olması gerekiyor galiba ya da ben çok bencilim, kusura bakmayın.


Biraz da içinde olduğumuz durum canımı sıkıyor, şu sıralar ne yapıyorsun diye sorarsanız da, işte böyle sabahlara kadar oturup dertli dertli bir şeyler dinliyor, kafama eserse bir şeyler izliyor, yemek yiyor ve uyuyorum. Mesela bu gece kafama Osmanlı Belgeseli esti, oturdum bitirdim, takır tukur altı bölüm, kırk beş dakikadan kaç yapar? Neyse, hiç matematiğim yok, gidip de hesap makinesi açamam şimdi. Hayat dengem, sıfır. Hayattan zevk almak, sıfır. Geleceğe dair panik, endişe, kaygı, yüzde yüz, pekiyi. Hem de yıldızlı pekiyi!

Gelişigüzel yazıyorum, o yüzden de ne var ne yok döküyorum, yani demek istiyorum ki bu yazıyı okuduktan sonra ‘’ben ne okudum yahu?’’ diyeceksiniz, peşin peşin söylüyorum. Özür dilerim.

Belki bunun için birazcık geç kalmış olabilirim, yani peşin peşin söyleme kısmı ve özür için, aman canım, bir kere de böyle olsun. Hem, böyle bir yazıya da sanırım ihtiyacım varmış ki deli gibi yazıyorum.


Bir üst paragrafta bahsettiğim gelecek kaygısı... Eşi benzeri olmayan duygular ve hisler barındırıyor içimde. ‘’Ya benden iyi bir yazar olmazsa?’’ sorusu, beni bitiriyor. Şu an iyi değilim, gördüğünüz üzere. Aslında ben yazarlığı hobi olarak değil de meslek olarak yani tabiri caizse ‘’bu meslekten ekmek yemek’’ istediğim için, bütün hayatım buna endeksli. Okulum, sıradan günlerim, günlüklerim -ki şu an okuduğunuz üzere, sanırım bu bir günlük türünde yazı, henüz ne olduğuna tam karar veremedim.

İyi bir yazar olmayı geçtim, bu gerçekten günümüz şartlarında pek de kolay değil gibi, belki de kolaydır bilemiyorum buna karar verecek ben değilim yahu. İyi bir yazardan ziyade, iyi bir eş, baba, dost, arkadaş, artık yakınlıkla ilgili kaç tane kavram varsa. Ya ‘’iyi’’ olarak, o kavramların içinde bulunamazsam? Bu soru bırakın günümü, hayata dair yaşayacağım bütün günlerimin anasını ağlatıyor, gerçek anlamda. Ya bir baltaya sap olamazsan Fatih? Ya iyi bir eş... Ya iyi bir baba... Ya iyi bir dost... Ya iyi bir arkadaş... Ya... Ya... Ya... Öyle işte, biliyorsunuz değil mi gerisini?


Hayallerimin arasında neler neler, oh oh oh... Anlatsam, ‘’Nobel Hayalperest Ödülü’’ sahibi olurum, bu ödül konusunda ciddiyim, bir numaralı da adayıyım. Tıpkı belli bir zaman diliminde, belli bir yaşta, Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olmak istemem gibi, müthiş bir şey değil mi? O zamana kadar yaptığınız, yazdığınız, yaşadığınız her şeyin karşılığını, muazzam bir ödülle alıyorsun, paha biçilemez olduğunun sanırım herkes farkında. Huh, peki şu an bu ödüle ne kadar yakınım? Bir milyonda bir? Yüz milyonda bir? Milyarda bir?

Aman canım, bu durumu düşünmek bile, milyarda bir olmamın içinde olmaktan çıkarıyor beni.

Bu birinci oh kısmıydı... İkinci oh, diğer iç döküntüsünde. Üçüncü oh ise, kim bilir ne zaman...


Çok içimden geldiği, belki de artık yazmam gerektiği için yazdım bu yazıyı yani öyle pek bir anlamı yok açıkçası...

Arkada hâlâ Bülent Ersoy çalıyor, hâlâ aynı şarkı, anlattığım ve yazdığım gibi yine sabahın körüne kadar ayaktayım ve yine yazdığım gibi, hâlâ bir şeyler yiyorum.

Bir şeyler anlattım, aslında pek de bir şeyler değil, biraz iç döküntüsü, biraz da artık kötü de olsa bir şeyler yazmam gerektiği için, ‘’yazmak için yazmak’’ gibi, bu duruma kızabilirsiniz belki, ‘’yazmak için yazmış, haine bak!’’ diyebilirsiniz, haklısınız ama buna tekrar yazabilmek için mecburdum. Bu arada, hain ne ya?!


‘’Neyse, bitti sanırım.

Paraladım kendimi, size bir şeyler anlatayım diye.

Ve bu size anlattığım en kısa hikaye.''


Öyle işte.