Bu loş ışıkların kapladığı ıssız sokaklar gibi bomboş içim. Yürüyorum, yürüyorum yokuş aşağı. Gökyüzü koyu laciverde bürünmüş, her yer kararmakta. Oysa benim kalbim çoktan karardı. Geç kaldın sevgili dünya. İstanbul’un eski bir semtinde, belki semtten bile yaşlı ve yorgun bir sokaktayım. Birbirine benzeyen onlarca sokak dolaştım seni bulabilmek için. Eski ve güzel binalar, sokak boyu karşılıklı dizilen ahşap, cumbalı evler… Açık camlardan gelen aile sesleri. Bir adam karısına seslendi, “Zeynep, gel buraya!”. Yirmi yıldır arıyorum, sen de gelsen ya buraya artık. Bu sokağı erken bitirmek gelmiyor içimden, önünden geçtiğim iki katlı ahşap evin girişteki merdivenlerine çöktüm. Hediye ettiğin işlemeli gümüş tabakadan bir sigara çıkarttım, evet hala onu kullanıyorum. İstemsizce elim gitti işlemelerin üzerine, burnumun ucuna geldi bir sızı. Neredesin, tüm İstanbul’un kirini pasını yuttum. Yine de gönlüm razı değil seni bırakmaya. Yaşadığım güzel günleri geri ver bana. Olmaz değil mi? Bir kedi miyavladı yanımda umutsuzca, yaktım ben de sigaramı. Basamaklarına oturduğum evin penceresinden bir şarkı çalmaya başladı, ben de söyledim onunla birlikte: Kimseye etmem şikayet / Ağlarım ben halime…