Pencerenin dibinde, doksanların televizyon şovlarındaki mahalle ablaları gibi oturmuş, sırtında ince bebek battaniyesiyle kaç saattir o vaziyette durduğunu bilmeksizin boş sokağı izliyordu. Mermer pervaza dayadığı dirsekleri ezilmiş, uyuşmuştu. Yaşar Kemal romanlarındaki çorak, çatlak, sarı Anadolu toprağı renginde bir köpek, kafasını kaldırıp boş sokağa uluyor, sonra yine gidip kaldırımın köşesinde bellediği yerine oturup uyukluyordu. Muhatap alacağı kimse olmamasına rağmen kendi kendine bir takım sesler bırakıyordu çaresizce havaya.

Salgının yayılmasının üzerinden sekiz ay geçmişti, sekiz aydır dünyanın sadece bu kadarcık kısmını, bu pencereden görebiliyordu Acar. Sürekli aynı yerde duran soluk kırmızı otomobil, sokak lambası, toprak rengi bir köpek ve dar, boş yol. Dünya bu kadardı.

O kadar uzun süredir aynı şeyleri düşünüyor ve yapıyordu ki, kendisini tekrar eden uzun bir dizi gibiydi hayatı. Kendinden sıkılmıştı, mümkün olsa bu kaos bitene kadarki kalan zamanın tümünü uykuda geçirmek isterdi. Rüyaları, düşünceleri kadar karanlık sayılmazdı. Dünyayı evinin penceresinden göründüğü kadarıyla algılamak, zaten bir geri sayım olan yaşama çok büyük hakaretti. Salgın her şeyi mahvetmişti. Sevdiği bir sürü mevsim hiç yaşamadan kaçıp gidivermişti. Şu anda elinde olan değiştirebileceği bir durum olmadığından, sadece beklemekten başka çare yoktu. Neyse ki bünyesi beklemeye, belirsizliğe dayanıklıydı. Kapısı yavaşça tıklatıldı. Hemen her gün aynı saatte gelirdi odasına.

“Günaydın” diyerek gülümsedi kadın kibarca. Gözleri, beyaz yüzünde ışıl ışıl parıldıyordu. “Nasılsın?”

“Günaydın” diye yanıt verdi Acar, beceremese de gülümsemeye çalışarak. Pencereden tarafa döndü. “Bugün köpeği beslemeye gelmedi o yaşlı kadın. Baksana boşluğa uluyup duruyor hayvan.”

“Sen neden gidip beslemiyorsun bu sefer?” Sesi ılık bir bahar rüzgârı gibi insanın içini rahatlatıyordu.

“Korkuyorum” dedi Acar. Tekrar kadına dönüp, yalan söylemediğinin kanıtı niteliğindeki ürkek gözleriyle ona baktı. “Bir sürü insan öldü Buğu, bu salgın bitmeden kapının önüne bile olsun çıkmak istemiyorum. En küçük bir sorumsuzluk bile belki de tüm mahalleyi, tüm şehri tehlikeye atabilir. Şu ellerime baksana…” Battaniyenin altındaki derisi soyulup pembeleşmiş, titrek elleri havaya kaldırdı. “Yıkamaktan yara oldular…” Endişeli yüzü, yine camdan dışarı tarafa döndü. Gün ışığı yüzüne olduğundan daha kasvetli, üzgün gölgeler düşürmüştü. Köpek kıvrılıp burnunu karnına sokmuş, uyuyordu. “Kendimi eskisinden halsiz, güçsüz hissediyorum aylardır. Çok uzun zaman oldu, sürekli kötüye gidiyor olmasını anlayamıyorum. O kadar zamandır öyle kısılıp kaldık ki, artık bittiğinde ne yapacağımı bilmiyorum. Belki de bu odadan bir daha çıkamayacağım.” Öylece düşündü bir süre duvara boş boş bakıp. Sesinde ürkütücü bir donukluk vardı. Sonra tekrar kadına döndü:

“Yakında bulurlar aşıyı, değil mi?” dedi. Buğu cevap vermeden derin derin soludu. Saatine baktı. Bu konuyu savmak ister gibi:

“Hadi gel” dedi. “Kahvaltı hazır, bir şeyler yiyelim.” Adam yerinden ağır ağır, zorlanarak doğruldu. Sahibinin sözünü dinleyen yaşlı, bezmiş bir köpek gibi ayaklarını sürüye sürüye yürüdü kadının arkasından. İstiklal’in son haline benzettiği karanlık, boğucu, gri holden; balkonundan şarkı söyleyen kuşların göründüğü mutfağa; Moda sahile gelince kendi kendine gülümsedi. Dünün aynısı yine başlamıştı.

Buğu, Acar’la çocukluk arkadaşıydı. Acar, öteki arkadaşları mahallede konserve kutusuyla maç yaparken, Buğu sıkılmasın diye onunla kalırdı. Onu kız kardeşiymiş gibi koruyup kollar, evde kendisine sürülen salçalı ekmeğe bir kişilik daha menü ekletip koşa koşa Buğu’ya da getirirdi. Mahallenin çetesiyle çağla ağacına daldıkları zaman, bir cebine de fazladan Buğu için toplardı. Aileleri de birinin olmayan kız kardeşi, birinin olmayan ağabeyi yerine, birbirlerini koyduklarını görüp sevinirdi. Müteakiben Acar bir sabah okula geldiğinde aniden ateş gibi bir ses yankılanmıştı kafasında: Sen Buğu’ya aşıksın! O sabah emin olduğu tek şey, hayatının geri kalanını onunla geçirme arzusuydu. Bu kuvvetli his bir ihtimal değil, zorunluluktu. O sabah yepyeni ve geri dönülmez bir yaşam amacı olmuştu. Başlarda Acar’ın bu çığ gibi çağlayan, deli halinden hoşlanmadı Buğu, fakat neden sonra yine bir gün; birden bire birlikte olmuşlar, aynı yüksekokulu kazanmışlar, üstüne de evlenmişlerdi.

Başından beri bir Türk filmi tutarsızlığıyla ilerleyen bu hikâye, sonrasında da film gibi devam etti. Sanki Julia Roberts’la Richard Gere’ın ideal çifti oynadığı bir romantik filmdeyiz, derdi Acar.  Öyle ki, iyi para kazanıyorlardı ve nasıl harcayacağını bilmeyen görgüsüzlerden değillerdi. Acar ve Buğu birlikte dünyayı gezdiler, en güzel içkileri içtiler, en seçkin oyunlara ve çocukluklarının efsane gruplarının son dünya turnelerine gittiler. Tüm bu güzel şeyleri ve bundan sonra olacak olanlarınıysa, dünyayı zombi istilası gibi sarıveren, sebebi bilinmeyen ve neredeyse bir yıldır garip bir şekilde çaresi bulunamayan pandemi bertaraf etmiş, dünyalarını bir pencere çerçevesine sığdığı kadarıyla bırakmıştı. Hayat eve de, bulanık bir kafaya da sığmıyordu. Virüsün yayılma ve ölüm hızı korkunç bir ivmeyle günden güne dalgalanıp artarak, şimdiden dünya nüfusunun üçte birini yok etmişti. Boş sokakların üzerinde siyah bulutlar gibi yükselen umutsuzluk, bu romantik komediyi artık kıyamet sonrası filmine çevirmişti. Bilmedikleri tek şeyse, bunların son sahne olup olmadığıydı.

“Aylardır sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen her gün işe gitmek zorunda olmana bazen katlanamıyorum, sen çıktığın andan geri dönene kadar kalbim gırtlağımda atıyor Buğu. Bazen kusacak gibi oluyorum,” dedi Acar. Şeker çoktan erimişti ama yenmiş tırnakların tuttuğu zayıf parmaklar dakikalardır bardağı boşa karıştırıyor, gereksiz bir gürültü yükseliyordu.

“Sen daha ne kadar süreceğini düşünüyorsun bu durumun Acar?”

“Bilmiyorum ama…”  durdu. Buğu’yu endişelendirmek istemiyordu, zaten işi başından aşkınken ona destek olması gerekmez miydi? Herkes evlerine saklanmış beklerken o dışarıya çıkmak zorundaydı. Bir de evde mızmız bir çocuk gibi ağlaşan, sürekli endişelenen bir adamla mı uğraşacaktı? Kendinden tiksindi.

“Sen daha iyi biliyorsun elbette ki, çok iç açıcı değil şu an. Ölümler ve virüsün evrimi her geçen gün katlanıyor ama… Ama tanrının hakkımızdaki planı bu değildir, her şeyin düzeleceğini, tekrar dışarılara çıkacağımızı düşünüyorum ben Buğu. Senle o ilk gittiğimiz kampı hatırlıyor musun?” Gülümsemeye çalıştı ama bu yine yüzüne acınası bir ifade vermişti, bakışlarını ölü bir cansızlık perdeliyordu. “Bu bela bitince ilk oraya gideceğiz, en baştan. Gezdiğimiz her yeri, yaşadığımız her güzelliği en baştan yaşayacağız. Hiç yaşanmamış gibi. Sanki hiç yaşanmamış gibi…” Tırnaklarını yemekten çayına sıra gelmemişti. Dokunulmamış bardak, öylece soğumuştu. “Ama” dedi tekrardan. “Her şey yine eskisi gibi nasıl olacak bilmiyorum. Her şey, her şey değişti Buğu. Tüm dünya değişti. Ne yapacağız biz?” Kelimeler ağzından, dağdan yuvarlanan kayalar gibi aceleyle, belli belirsiz, sırasız döküldü.

“Az önce söyledin ya, en başından.”

“Ben… Evet böyle dedim ama… Bu o kadar kolay mı?” Sustu.  Bir parça ekmek koparıp zeytinyağına bandı, istemeye istemeye ağzına ittirdi. “Sana benim güç vermem gerekirken bunu sen bana yapıyorsun” dedi. Gözleri doldu. Kadınının bu zayıf, çaresiz haline tanık olmasını istemediği için başını duvara dönerek bir süre öyle durdu.

“Böyle bir yükümlülüğün mü var? Böyle bir görev dağılımı mı yaptık Acar? İkimiz de birbirimize destek oluyoruz, konuşuyoruz.”

“Dün gece çok kötü bir rüya gördüm, uyandığımda yanımda yoktun ama hemen geri uyudum zaten. Geceleri uyandığımda sanki sarhoş gibiyim, geri sızıyorum.”

“Ne gördün?”

“Öldüm. Bir binadan atlayıp kendi kemik sesime ve ağrıya uyandım. Sonra uyumuşum yine, hatırlamıyorum.”

Gri bir yoz güvercin cama konup şaşkın, aceleci bakışlarla içerisini süzdü. Buğu masadan kalkınca, kuş da gürültüyle havalanıverdi. Çayı aklına bir anda gelince heyecanla atıldı Acar ama buz gibi olmuştu. Bardağı memnuniyetsiz, mecbur geri bıraktı.

“Ben çıkıyorum, bir şey diyor musun?” diye sordu kadın, adamın omzunu okşayıp.

“Yok, çok dikkat et” dedi. “Maskeni, eldivenlerini sakın takmamazlık etme. Hala nasıl sizi çalıştırıyorlar, anlamıyorum ya… Neyse,” diye söylendi. Gülümseyip uzaklaştı kadın. O an yeryüzünde alıştığı, sevdiği, güvendiği tek ses, koridorda uzaklaşarak yankılanan bu topuklu ayakkabılardı. Kapıyı çekince adam yine camdan dışarıya baktı. Belki kuş yine gelirdi. Odasına gitmek istemiyordu.

 

Ofisine her zaman olduğu gibi, yine yorgun girdi kadın. Uyumak onu dinlendirmiyordu. Hoş, ilaçlar olmasa uyuyamayacaktı da. Bu kadar fazla şey konuşmak, dinlemek belki de ağır gelmeye başlamıştı artık. Kendine hemen her sabah yaptığı gibi keskin, sert, koyu bir kahve yaptı. Daha ilk yudumda biraz rahatlamış hissetti ya da kahveye olduğundan fazla anlam yüklüyordu. Kapısı çalındı, içeriye hoş, zarif bir kadın başı uzandı.

“Ah” dedi kadın kahvesinden bir yudum daha çekip. “Tam zamanında geldiniz, ben de sizi beklerken kendime bir kahve yaptım, buyurun lütfen.” Kadın gülümser ama tereddütlü bir titreklikle odaya girdi. “Kahve?” diye sordu misafirine. Hayır, anlamında iki yana başını sallayıp, teşekkürler anlamında da elini kaldırdı.

“O halde lütfen oturun,” deyip sandalyeyi gsterdi. Kendisi de yarım kahvesini alıp karşısına, masanın ardına geçti. Kadın boyun bağını, pardösüsünü çıkartarak oturdu. Göğsü ürkmüş bir tavşan gibi heyecanla inip kalkıyordu.

“Nasıl?” diye telaşla lafa girişti yeni gelen kadın. Parmaklarıyla sabırsızca ama farkında olmadan, durmaksızın avuçladığı çantasını sıkıp büküyordu. “Bu ay durumunda bir değişiklik var mı Acar’ın?”

“Aslına bakarsanız var,” deyip gözlüklerini taktı masanın ardındaki diğer kadın. “Fakat beklediğiniz gibi değil, bazı kaygıları ve bir takım sanrılarında ilerleme fark ettiğimiz için ilaçlarını arttırmak durumunda kaldık. Bana sorduğunuz şey iyileşme ise, daha önce de söyledim; onun en iyi hali bu Buğu Hanım.”

Buğu, bildiği şeyleri duyuyordu ama gelmeden evvel yine tersini umut etmişti. Çaresizce dudaklarını ısırdı.

“Her şey…” dedi. “Her şey hala aynı yani… Hatta bazı şeyler daha da kötü, öyle mi?”

“Bunu ‘kötü’ kelimesiyle tanımlamayalım. Acar, ruh halinde halen daha çok fazla gelgitler yaşıyor. Zaman zaman kendi yarattığı dünyasında biraz rahat ve kaygısız hissetse de, kendine zarar verme ya da aniden çökme ihtimaline karşı çok sıkı bir denetim sağlıyoruz. Hala beni, siz zannediyor. Bu durum değişmedi. Ona ziyaretlerimde, konuşmalarımızda bana Buğu diyor ve evli olduğumuzu sanıyor. Bununla beraber dışarıda bir pandemi olduğu konusuna da iyiden iyiye inanmış durumda ve bu konudaki kaygısı gitgide büyüyor. İnsanların neredeyse yarısına yakınının öldüğünü sanıyor. Bu yüzden bahçeye bile çıkmıyor, her yerde virüsler olduğunu düşünüyor. Benim, yani sizin bilim kurulunda görevli olduğunuz için her gün çıkmak zorunda olduğunuzu düşünüyor. Akıl hastanesinde geçirdiği üç yıllık süreci, onun dünyasında sekiz aylık bir ev karantinası. Ve yine söylüyorum, sizin zannettiğiniz gibi bunlar değişecek, iyileşecek şeyler değiller. Kabaca ifade etmemiz gerekirse Acar’ın en iyi hali bu, diyebiliriz şimdilik, Buğu Hanım.”

“Anlıyorum,” dedi Buğu. Çantasını bükmeyi bırakmamıştı. Belki de bir dakika kadar kimse konuşmadı. Büyük, ahşap saatin tik takları ve kahve höpürtüsünün kendi aralarındaki konuşmaları sayılmazsa.

“Bakın Buğu Hanım, daha önce olduğu gibi size tekrar söylüyorum. Çok fazla streslisiniz ve olanlar için sağlıksız biçimde kendinizi suçluyorsunuz. Size de bir uzman öneriyorum, terapi görmekten kaçmayın lütfen. Acar’ın içinde bulunduğu durumun yükünü kendi üstünüze almayın. Bu kadar uzun yıllar önce yaşanan şeylerden elem duymanız, kendinizi suçlamanız hem doğru değil hem de sizin sağlığınız için de vahim. Onu artık sevmiyordunuz, başka biriyle birlikte oldunuz ve sonucunda da ayrıldınız. Acar siz onu aldattınız diye böyle oldu, diye bir sonuç çıkaramayız. İnsan ilişkileri böyle kesin, kırılgan, kati şeyler değildir Buğu Hanım. Acar’ın yaşadığı bu durum ve çöküş, başka bir krizle de tetiklenebilecek bir durumdu, hâlihazırda içinde taşıyor olduğu ciddi bir rahatsızlığı vardı ve bu kırılma onun sonucu, son evresi olmuş oldu. Kendinizi suçlamanın Acar’a da, size de bir faydası yok.”

“Haklısınız” dedi sessizce. “Belki de önerdiğiniz arkadaşınızdan bir randevu alsam iyi olacak… Hem ben,” dedi. Biraz duraksadıktan sonra, üzgün gözlerinde bir parıltı beliriverdi. “Hamileyim biliyor musunuz?”

“Gerçekten mi? Buna çok sevindim. Ne kadar oldu?”

“Henüz altı haftalık” diyerek daha da gülümsedi Buğu.

“Bakın bu bir milat olsun sizin için Buğu Hanım, artık yeni bir sayfa açın. Kendi hayatınız, bebeğiniz ve eşiniz için. Buraya da bu kadar sık gelmenize lüzum görmüyorum. Ben sizi olumlu ya da olası olumsuz bir hadisede telefonla arayıp bildiririm. Daha fazla kendinizi yıpratmanın bir anlamı yok, size hemen bir terapist arkadaşımı önereceğim, muazzam bir doktordur. Zaten hamilelik süresince herkese kesinlikle terapist önerilir. Lütfen bekleyin,” diyerek telefonu çevirmeye başladı. Buğu, karnını sevdi. Doktor haklıydı, artık kendisini düşünme vakti gelmişti. Bundan sonra hastaneye de gelmemeye karar verdi. Gülümsüyordu. Sıcacık bahar güneşi ofisin içini büyülü bir ışık gibi kaplayıverdi.

Saatine baktı Acar. Buğu bu akşam gecikecek, diye düşündü. O gittiğinden beri, pervazın kenarında güvercini beklemişti. Boş bahçeye baktı. Bahçenin tam orta yerinde pembe çiçekler açmış koskoca bir ağaç vardı. Bu ona hiçbir şey ifade etmese de ve ne olursa olsun, dünyada hala sınıf farkı, pandemi, ölüm, yalnızlık varsa bile, bahar bu yıl da gelmişti. Ama eninde sonunda şu salgın geçtiğinde, işte o zaman sokaklara çıkacaktı, Buğu’yu o ilk kamp yaptıkları yere götürecekti. Sanki hiç yaşanmamış gibi, her şeyi baştan yaşayacaklardı.