“Ben size söylemiştim! Doğayı çok kızdırdık er ya da geç intikamını alacağı belliydi.” dedi ve sigarasından derin bir nefes aldı. Ömer iklim aktivistiydi, koloniler dışladığı için bir çadırda yaşıyordu. İnsanlar son günlerinde Ömer’in ağzından çıkan cümleleri duymak istemiyorlardı. Kıyametin tarihi belli olmasaydı Ömer ve onun gibi duyarlı azınlığa kulaklarını tıkayıp pekala yoluna devam edebilirdi çoğunluk. Artık duymamazlıktan gelmek için bile çok geçti.

 

Gece uyku tutmadı ya da son günlerimi uyuyarak geçirmek istemiyordum, bilmiyorum. Dışarı çıktım, Ömer’in feneri yanıyordu hala. Yanına gittim, rüşvet olarak bir sigara verdim ve kendimi muhabbetin akışına bıraktım. “Her anne gibi anaçtır doğa. Çok kızdırdık onu, yavrularına çok eziyet ettik abi. Hayvanlara tecavüz ettik, öldürdük; ağaçları yaktık, kestik, harap ettik. Bir gün patlayacağını hep hissetmiştim.”

"Haklısın, sapına kadar haklısın. Ama insan olmakta çok geç kalmadık mı sence de?” dedim. “Belki hepimiz ölmeyiz kıyamette. Hayatta kalanlar sonraki nesile anlatır abi. Belki ikinci şansımızı kötüye kullanmayız. İnan ki bu yüzden çabalıyorum.” 

“Ömer,” dedim “farz edelim kıyamet kopmadı. Bu insanlar, bu yozlaşmış, bencilleşmiş, vicdanı çürümüş insanlar doğaya saygı duyar mı, dünyadan af diler mi, gökyüzünü dumana boğan çıkarlarından vazgeçip de o zehirli bacaları kapatır mı sanıyorsun?”

“Milyonda bir ihtimal bile olsa denemeye değer. Ben her şeye rağmen senin kadar karamsar bakmıyorum mevzuya abi.” dedi gözünün ucuyla kurbağa avlamaya çalışan ördeğe bakarken.

Sonra göz göze geldik, deli gibi gülmeye başladık. Gözlerimizden yaş gelene kadar güldük. Vedalaşırken bir sigara daha bıraktım Ömer’e. “Umalım da sen haklı çık Ömer!” dedim omzuna hafifçe vurarak. 

İki kişi bir elma için kavga ediyor, bebeğin ağlamasından rahatsız olanlar anneye küfrediyor, gökyüzü koca bir sanayi tesisi gibi kokuyordu. Büyük güne dört gün kalmıştı.