Ne ışıkta ne zifiri karanlıkta, ne sıcakta ne de soğukta, ne gürültüde ne mutlak sessizlikte uyuyamayan ben; rutubetli ve yapış yapış toprağın üzerinde tenimde yürüyenin bir böcek mi yoksa sinir uçlarımın çekilme hissi mi olduğunu kestiremeden uyumaya çalışıyorum. Eski yerleşik hayatımda uyumak için yüz bilmem kaçıncı kez izlediğim bir diziyi açar, en fazla beş dakika içinde bedenimin iplerini uykunun eline teslim ederdim. Şu anki imkanlarla bu pek mümkün görünmüyor. Sessizlik ve karanlık ete kemiğe bürünmüş, ruhumu kıçı kırık bir sandalyeye bağlamış, işkence ediyordu. Bilinçaltı lağımının kapağı açılmıştı bir kere, şimdi kokusundan uyu uyuyabilirsen.


"Sana yemin ettiğimde Yahudi’ydim şimdi Hristiyan oldum. Sözüme sadık kalmak zorunda değilim artık," demişti çook eski bir tanıdığım. O zamanlar susmuştum karşısında, şimdi uykuya ikna etmeye çalıştığım beynim ona yaratıcı diyaloglar yazma peşinde. O an aklıma gelseydi "Hangi dine inandığının, hangi tanrıya taptığının ne önemi var ki ruhunu saf kötülük girdabına teslim ettikten sonra?” derdim. Egom bu hayali hesaplaşmadan epey haz almış olmalı ki kendi kendime sırıtmaya başladım. Sonra iç sesim “Yahudiler ve Hristiyanlar aynı tanrıya tapıyorsa neden Auschwitz-Birkenau Müzesi var?" diye sordu. Haklıydı, sorusuna verebilecek makul bir cevabım yoktu. İzlediğim tüm soykırım filmlerinden birkaç kare zihnimde canlandı, midem felaket derecede bulanmaya başlamıştı. Andy Warhol "Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak," demişti. Süreyi tutturamadı ama haklı çıktı. Bir çatışmada şehit, enkaz altında kurtarılmayı bekleyen bir çaresiz veya bir cinayet kurbanı olarak hepimiz bir şekilde televizyona çıkacağız. Ölümümle dahi, duyarlıymış gibi davranan aciz ruhların besini olmak istemiyorum. Hiç yaşamamış gibi yok olmak... İşte modern zamanların en gizil hayali.


Önce şiddetli bir uğultu, sonra kulağımda yeni ateşlenmiş silah etkisi yapan yüksek bir gök gürültüsü. Gökyüzü samimiyetsiz bir veda esnasında havaya kalkan eller gibi dalgalanıyordu. Sonra ucuz bir parşömen kağıdı gibi katlanmaya başladı. Katlar dışında kalan yerlerden magmaya benzer kırmızılıklar akmaya başladı. Sonra buuuuum!

Yer yarıldı ve yerin dibine girdim. Bu kez mecazen değil gerçekten yerin dibindeydim. Her gün zihnimde yaşadığım depremlerden çok daha sarsıcıydı. Evrendeki her şey, fonda insan çığlığı eşliğinde çatırdıyor, şekil değiştiriyordu. Sarsıntı azalınca toprağın içinde emeklemeye başladım. Her emeklemede diz kapaklarım çeneme çarpıyordu. Ya bu yüzden ya da korkudan çenem takırdayıp duruyordu. Ağzım çamur doluydu, her nedense aşinaydım bu tada. Saatler sonra kafamın sığabileceği bir yarığa denk geldim. Önce sağ kolumu, sonra kafamı, sonra sol kolumu geçirdim oyuktan ve toprak beni doğurdu yeniden. İnsan olarak girdiğim topraktan hamam böceği olarak çıktım. Kafka da bu yüzden dönüşüme ihtiyaç duymuştu belki de. Akciğerlerine doldurduğu oksijen ciğerlerini yaktığı için böceğe dönüşmüştü.