Bir gruba dahil olma arzusu, insanlığın başına tarih boyunca türlü belalar açmıştır. Sapkın tarikatlar, liberalizm, sosyalizm, irtica ve komünizmin toplum arasında kendine yer bulabilmesinin en büyük sebebi işte bu ilkel içgüdüdür. Yeryüzünden kökümüzün kazınmasına iki gün kala, insan hâlâ bu primitif arzusunu tatmin etme peşindeydi.
Daha önce bahsettiğim gibi insanlar iki gruba ayrılmıştı: duyarlılar ve kayıtsızlar. Duyarlılar bulabildikleri besinleri çaresizce biriktiriyor, akşam toplantılarında iyimser yanlarının kafasını birbirlerine anlattıkları umut vadeden hikayelerle okşuyorlardı. Kayıtsızlar duyarlıların gıda depolarını yağmalıyor, bir araya geldiklerinde dünyaya farklı sonlar yazıyor, duyarlıların hikayelerinin parodi versiyonlarını anlatıp eğleniyorlardı. Ben, her iki gruba da dahil değildim. Kıyametten önce de siyasi ya da felsefi bir görüşüm yoktu. Gruplaşmadan olabildiğince uzak durma arzumun kölesiydim. Ama muhabbetini sevdiğim çoğu insan duyarlılar grubundaydı. Nevra Abla da onlardan biriydi. Bembeyaz saçları, derin düşüncelere dalmış gözleriyle bilge bir baykuşu andırıyordu. Tüm bu olanlardan önce nerede yaşadığını, ne iş yaptığını kimse bilmiyordu. Sol göğsünün kenarına adının yazılı olduğu bir kağıt iliştirmişti. Hakkında bildiğimiz tek şey buydu. Gün doğmadan kendine bir tepe bulur, gözlerini kapatır, doğanın sesinde kaybolurdu. Bir gün ben de katıldım sessiz davetine. Gözlerimi kapattığım an önceleri yabancı olduğum devasa bir hiçlik, -ihtiyacım olduğunu o an hissettiğim- bir sessizlik kapladı ruhumu. Sohbet etseydik bu kadar verimli olur muydu bilinmez ama o uçsuz bucaksız beş dakika, 30 senelik ömrümden daha kıymetliydi benim için. Sanki hiçbirimizin bilmediği bir sırrı biliyor, hiçbirimizin erişemeyeceği o kutlu nirvanaya ulaşmış gibiydi Nevra Abla. Sakince bir şeylerin olmasını, olgunlaşmasını bekliyordu. Yaşından, medeni halinden, dini inancından çok zihninden geçenleri merak ediyordum. Belki konuşacağı tüm kelimeleri tükettiği için sessizlik yemini etmişti, belki de sağırdı bizimki gibi cahil seslere.
Bir gün yine Nevra Abla'yla evrenin bize sırrını fısıldamasını sessizce beklerken bir feryatla irkildim. Ben ayaklarım kıçıma vura vura tepeden inerken o gözlerini bile açmadı. 16-17 yaşlarında bir çocuğun elinde kana bulanmış büyükçe bir taş... Kalabalık; çocuğun etrafını çevrelemiş, homurdanıyordu. Annesini dövüyor diye babasının kafasını taşla ezmiş. Kalabalıktan biri öfkeyle bağırdı: “Lan niye öldürdün adamı? Zaten kıyamet kopunca geberecekti.” Çocuk taşı göle fırlatarak “Kıyameti görmeyi bile hak etmiyordu şerefsiz.” dedi. Kocaman ağızların uğultusu kesildi, kalabalık dağıldı.
Öyle ya, herkesin kaderiyle mücadele etme şekli farklıydı. Kimi isyan ve küfre yoldaş olurdu; kimi yaratıcısına dua eder, af dilerdi. Kimisi kör talihinin kafasını taşla ezer, kimi de ruhunu sessizliğin koynunda avuturdu bilge baykuş gibi.