Gözlerini kocaman açmış, uzun kuyruklu bir fare evinde dolanırken bacaklarıma sarılıp oturmak dışında bir şey yapmadım. O gün geç uyanmıştım ve sen çoktan hazırlanıp çıkmıştın. Banyonda uzun saatler geçirirken sürekli işim yarım kalıyordu. Peçeteye uzandığımda duruyordum, avuçlarım su dolu bekliyordum, lifin tırnaklarımın arasından kayıp ıslak zemine düşüyordu. Bunlar seni çok kızdıracak şeyler bilirim ama aklıma gelenleri de kovalayamıyordum. Veya bunun için birkaç dakikamın geçmesi gerekiyordu. Sonra kızarmış ve buruşmuş tenimle, yarım yamalak yıkanmış, yarım uyumuş, yamalak bir beyinle havluna sarınıp mutfağına gittim. Banyonun buharı da benimle birlikte geldi. Orada senden arta kalanlarla karnımı doyurduğumda saat öğleni geçiyordu. Su kaynattım, neredeyse kaynayıp bitecekken söndürdüm ocağı. Tahmin edersin, yarım yamalak ve soğuk bir kahve içtim. Benim gitmemi bekliyordun ama ben ıslak saçlarım ve havlunla salonuna geçmeyi tercih ettim. Nereye gideceğimi düşünmemiştim anlarsın ya. Saatler boyunca oturduğum yerde götümün uyuşmasını seyrettim. Televizyonunu açmadım, sen dersin ki ‘Kendini veremeyeceğin hiçbir şeye başlama’. Başlamadım ve evinden gitmek bile içimden gelmedi. Bir vakit ayağıma sürtünüp duran, ayağımı koklayıp benim için belirsiz hiçliği bir kimliğe bürümek isteyen kıllı bir burunla irkildim. Upuzun bir kuyruğu olan, gözlerinin akı bembeyaz ve onu kocaman açmış bir fare gördüm. Bilirsin ki ben korkmadım ama bilmelisin ve dahası şaşıracaksındır ki o da korkmadı. Koku onun için işler hale geldiği vakit beni terk etti, tıpkı senin gibi. Ve o güzelim kırmızı, kaliteli koltuğunun altını kemirmeye başladı. Onu kışkışlamadım, eşyalarını korumak için kaşlarımı çatmadım. Çok kızacaksındır, bundan zevk aldım. Farenin koltuğu çürüteceğini, koltuğun ortadan ikiye göçeceğini hayal ettim. Hayallerimde duraksamalar olmadı, bacaklarımı kendime çekip onlara yaslandığımda ve sarıldığımda fare ile birlikte kemirdim ben de bir şeyleri. Mesela masada kalmış pörsük, yarısı yenmiş elmanı. Bir köşeye attığın eski telefon kılıfına ojeyle çizdiğim ve senin saçma bulduğun çizimleri. Bunları önce tırnağımla temizledim, tırnaklarımın arası senin iğreneceğin kadar kirle doldu ve sonra onları içime almak istedim. Dişlerimle ojeyi kemirdim. Yastığın kılıfını söktüm ve kopan ipleri kemirdim. Tıpkı fare gibi kemirmekten sıkıldığım şeyleri bir kenara bırakıyor, daha büyük bir açlıkla yeni ve temiz şeye dadanıyordum. Gözlerim de bu sırada tıpkı fareninki gibi kocaman açılıyordu, burun deliklerim titreşiyordu ve dişlerimi sıkıyordum. Bir vakit arkama bile baktım, uzun bir kuyruğum olmuş mu diye. Pencerenden ışık girmemeye başladığında karanlıkta koca bir yığın elde etmiştim. Pasaklı şeyler yığını. Bizi göreceğin anı bekliyordum. Yüzünde belirecek damarları hayal edip zevkten dört köşe oluyordum. Gür ama özenli kaşlarını çatacağını, ağzının korku ve sinirle açılacağını, pembe dudaklarının solacağını hayal ediyordum. Belki delirecektin, o pahalı tablolarını duvarından söküp parçalayacaktın, belki bizi parçalayacaktın kumaşı yıpranmış ve kemirilmiş bir kumaşla. Bu hayallere her yenisini eklediğimde elimde tuttuğum şeyi, bu şey her neyse, düğmeleri çiğnenmiş kumandan, vahşi soluklarımla kirlenmiş, hani şu yurtdışı gezinde aldığın pırlantalı aynan, küllüğünden saçılmış halılarını mahvetmiş ve benim midesizce içime çektiğim izmaritlerin, her neyse, dişlerimi çıkarıp adice sırıtıyor ve ondan derhal kurtuluyordum. Daha fazlası gerekiyordu ve sen bunu anlarsın. Öbekler etrafımı ve evini kuşattığında gecenin üçüydü. Bir tıkırtı sesi duydum, geliyordun. Fare köşesinde miskince karnını tutup, bıyıklarını bürüyordu. Ben salonunun ortasındaydım, karnımı tutuyordum ve kanlı, aşınmış dişlerimle sırıtıyordum. İçeri birisi girdi, karanlıkta dev gibi görünüyordu. Işığı açtığında gözlerimin önünde büyük alev topları patladı. Ama ne gözlerimi kapatmaya çalıştım ne de sırıtışımı bir milim oynattım. Üstlerine düşeni yapmasını bekledim, herkesin. Sen bağıracaktın, sinirlenecektin ve curcuna başlayacaktı. Fare yerinden gerinerek kalkacak, yeni bir odayı istilaya gidecekti. Farelerin curcunayı sevmediğini biliyor olmalısın. Gözlerim alev topundan kurtulacak, her şeyi netliğe çıkaracaktı. Seni ve kızgın damarlarını gösterecekti bana. Yaptığımız olağanüstü kargaşayı renklerle süsleyecekti ve yerimden kalkmaya bile çabalamazken senin tepkilerini sakince ve küstahça izleyecektim. Ama işler farklı gelişti. Gözlerim yanmaya ve ışığı reddetmeye devam etti. Hiçbir şey açıklığa kavuşmazken karnımdaki ellerimi sıkılı bir yumruğa dönüştürdüm. Sen her kimsen orada durmaya devam ettin. Farenin tıkırtılarını işitemedim. Bekledim, bekledim. Beklemek sıkılmanın duvarlarını aştığında ses duyuldu. Konuşan sesi tanımıyordum. ‘Kabalığımız için özür dilerim’. Hayır, hayır. Kabalık yapmamıştık, bunu ben mi söylemiştim? Sen ve evin bunu hak ediyordu pislik. Fare mi konuşmayı öğrenmişti? Öyleyse o farenin ağzına sıçacaktım. Konuşan ses midemi bulandırmıştı, midemdeki her şeyin ani bir refleksle yukarı süzüldüğünü duyuyordum, şiddetle atan kalbimi. İnançsız ama bozguna uğramış kalbimden tüm kalbimle nefret ediyordum. Her ne oluyorsa hiçbir şey benim elimden çıkmamıştı. Kırık dişlerimin arasına birikmiş küller hızlı soluklarımla yüzümü yalarken, bu pis kokuyu parçalayıp atmak istiyordum. Her şeyi unutmak istiyordum. Elimi ağzıma daldırıp midemi, kalbimi ya da akciğerimi sökmek istiyordum. Tüm bunları gözlerim görmezken belki dalağımı sökerdim, olmayacak iş değil ya. Sen dersin ki ‘Görmediğin işe başlama’. Ukala gülüşüm acınası, tutamadığım bir serap gibi yüzümden, düşme fikriyle sarsılmış ve çarpık otururken yüzüme, hala hiçbir şey görmüyordum. Ayağa kalkmaya çalıştım, çarpık bacaklarımla karşında durdum. Bir elim şehvet ve terden üstüme yapışmış tişörtü çekiştirirken, diğer elim terini bacaklarıma siliyordu. Lanet. Kirli tırnaklarımda ve titreyen ellerimde artık hiçbir şeye yetemeyecek olma inancı hızla bedenimi ve aklımı ele geçirirken bunu fısıldıyordum kendime. Lanet. Ben hiçbir şey yapmadım. Sen beni lanetledin. Sen beni ve evinin aklı tüm köşeleriyle, tüm kemirilmiş koltuk altları, suyun kaynama noktası, banyondaki yetersiz havalandırma, nazikçe işlenmiş ve koparılmaya müsait kumaşların, yastık kılıfların, bana kendimi göstermeyen pahalı ama acımasız taşlı aynan işte her şey. Lanet olası her şeyin, sen lanetsin ve aklımı tüm yetersiz köşeleriyle zapt ettin, beni duraksayan bir yabanıla dönüştüren sendin. İşte her şey böylece iliklerime işledi. Artık her şeyi biliyordum ve sen kendini göstermeyecek kadar korkaktın. Evini yakıp yağmalamaya girişmeden önce büyük harflerle beynime bunu kazıdım. O her şeyin döndüğü beynine, cümleleri olan pis eşyalarına geri dönüşü olmayan büyük hasarlar verirken ben de dedim ki ‘Uzun kuyruklu fare benim, mahvedeceğim’.