Ne desem az, ne desem eksik... İçimdeki boşluk gökyüzünden büyük, aklım hala seni son kez gördüğüm anda kilitli. Gidişini hazmedemeyen ruhum, vedalaştığımız garajda dökülen gözyaşlarımla ne kadar yıkansa da eskisi gibi değil. Hareket halindeki arabaya salladığım el; bir kez olsun tutamadığın ellerim, şimdi hiç keşfedilmemiş biri gibi kimsesiz. Üzüntümü saklamaya çalıştığım sözlerim, yüzünü bir daha göremeyeceğim birkaç dakikaya sıkıştırılmış son anımızın en içten şarkısı. Ve sen planlamadan karşıma çıkan en güzel şey... Çok istemiştim bambaşka olabilmeyi, bu şehirde kendime ait bir köşe bulabilmeyi. En azından beni kabulleneceği zamanlarda, şehrin sana gelebileceğim yollarına mutlu anlar çizebilmeyi. Olmayacağını biliyordum, ait olmadığı toprakta hiçbir çiçek açamazdı. Bir daha göremeyeceğim bir yüzü ezberlemeye çalışışımı sakladığım yüzümdeki zoraki gülümsemelerin, gerçek kahkahaları kucaklamasını ne çok isterdim. Kalbim avazı çıktığı kadar bağırsa da sevgimi, ezgisinde kendini bulabileceğin bu seslere ebedi sağır olacağını biliyordum. Sana son sarılışımda bir bedenden ziyade dokunduğum ruhun, paslanmış bir demir misali işlevsiz ve soğuktu. Ne yokluğunda yaşadığım cehennemler o soğukluğu giderecek kadar güçlüydü ne de ben o ruhun pasını silecek kadar güzel bir melodiydim.