Ne kadar dolaşırsam dolaşayım en ücra sokaklarda, kendimi kaybolmaya ne kadar şartlarsam şartlayayım, yine aynı kapının önünde buluyorum kendimi. Kapının önüne kadar gelmenin acizliği mi, yoksa zile elimin gitmemesinin acizliği mi daha ağır, bilmiyorum. Hoş, ikisini de kaldıramıyorum ya.


Göğüs kafesimin üstündeki taşları ayıklayıp atıyorum karşıya tek tek. Öyle bir ağırlık ki bu, sanki köy halkı cadı olduğuma kanaat getirmiş; önce yakmayı denemiş ama sonradan nedense taşlarla recmetmeye çalışmış beni. Tarihte kaç cadı recmedilerek öldürülmüştür ki? Ben ilkim sanırım. Üstümden ayıkladığım taşları tek tek atarken onları karşıdaki evin camına denk getirmeme gayreti içerisindeyim. Bu denk getirmemenin sebebi cama değer de kapının önüne çıkıp beni görür korkusu mu? Beni gördüğü halde perdesini kapatıp hayatına devam eder korkusu mu? Yoksa üzerinde vücudumun her zerresinin kanlarını taşıyan taşların onun camını kirletmesi korkusu mu? En nihayetinde bunların hiçbiri olmasa bile eğer o evin sıcaklığına alıştığım anlardan birinde kendimi kapının önünde bulma korkusu mu? Ben artık cevap vermek istemiyorum bunların hiçbirine.


Ellerimdeki kanlı taşlarla sana geldim didem, derdimi anlatmaya nefesim yok. Tek solukluk nefesimi senin evine gelirken harcadım. Biliyorum, daha fazlasını beklemiyorsun zaten benden. Senden tek bir şey istiyorum, yeşil fanilayı ipte nasıl unuttun? Bana da öğret ki yüreğimin üstündeki taşları ayıklayabileyim.