ertesi sabah adam gözlerini sanki düne açıyor, vücudunda ise yine aynı yorgunluğu hissediyordu. her uyandığında bedeninin yorgunluğu bir yana, ruhundaki acıyı da iliklerine kadar hissediyor, başka bir hayatın mümkün olup olmadığı düşüncesiyle irkiliyordu. hayatının orta yerindeki bu keskin acı artık onun bir parçası, evinin bir eşyası, kıyafetlerini tamamlayan bir aksesuarı gibiydi. en azından o böyle tanımlıyordu yorgunluğunu ve ruhundaki monoton acıyı. gözlerini açtığı diğer dünlerin bir yerinde yanlış yaptığı bir şeyler olmalıydı. veyahut yapmadığı bir şeyler. gözden neyi kaçırdığını düşünürken "hayatı," dedi ruhundaki acı. yorgunluğuna söz hakkı vermeden devam etti: "nasıl yaşayacağını planlarken yaşamayı gözden kaçırdın."


adam, bildiği bir hikâyeyi anlatıyormuş gibi acısına hiç kulak asmamayı denedi. başaramadı. yatağından doğruldu. bir pislikten kurtulur gibi ellerini birbirine vurup acısını ve yorgunluğunu yatağın altına süpürdüğünü düşündü. düşündüğü gibi olmadı. pek de hızlı olmayan hareketlerle uzanıp çoraplarını giydi. yine aynı hızda hareketlerle masanın başına geçti. masanın üzerindeki deftere yöneldi ve yazmaya başladı:


"sevgili günlük,


az önce dünya tersine döndü, oturduğum sandalye altımdan kaydı ama düşmedim. kalem elimden kafama düştü, dünyam ayaklarıma yıkıldı. ölüyorum sanıyordum, meğer yaşamıyormuşum."