Annemin amcası Murat dede rahmetli olmuştu. Galiba lise yıllarındaydım. Vefatından birkaç hafta sonra mezarına gitmiştik; ben, annem ve Murat dedenin eşi Cice hala. 


Cice hala, mezarın yanına varınca ağlamaya başlamış ve annemi de ağlamıştı. Ağlarken, sanki bir ninni gibi yumuşak, ağıtla karışık şöyle sözler dökülüyordu ağzından; "Muraaaat, yaraların eyoldu mu? Toprak bastı mı seni de bağrına?" Böyle diyordu ağlarken. O vakit ben, hiçbir şey anlamıyor, etrafa ve kimi zaman da ağlayan kadınlara bakıyordum. Cice, eğilip toprağı öpüyordu. İstemeden bir garip ayine dahil olmuş gibi hissediyordum. 


Şimdi yıllar sonra evimizin hemen karşısındaki mezarlıkta dolaşırken, bu anlar geliyor gözümün önüne. Ve bazı şeyleri anladığımı hissediyorum.


Murat dede, son zamanlarında çok kötüydü. Her yerinde yaralar açılmıştı, yürüyemiyordu. Yaraların ve sürülen ilaçların kokusundan, odasına girmek neredeyse olanaksızdı. Bunaltıcı, çok ağır bir kokuydu bu. Ama Murat dede vefat edince, toprak hiç de naz yapmamış, bütün bu yaraları, o ağır kokuları bağrına basmıştı. Toprak hep böyleydi. Deşilmiş yaraları, irinleri, o ağır kokuları ve umutsuzlukları, küskünlükleri, kahredişleri, küfredişleri bir kere bile hayır demeden bağrına basıyordu. Ve evet, iyi oluyordu yaralar, acılar yitip gidiyordu...


Biliyorum, çoğumuz için en güzel son, bir gün çiçek olabilmek. Ve çiçek olabilmek, en güzel başlangıç. İşte en güzel başlangıç, toprakla mümkün. Toprak, gövdemizle papatyalar arasındaki en güzel rabıta.