Cevdet abiyi ilk defa, Zülküf abiyle birlikte turlarken görmüştüm. Küçük şehrin olmazsa olmazlarından biri de akşam serinliğinde yapılan yürüyüşlerdir. Bir yere gitmemek için yola çıkanlar, bu yürüyüşlerin ardından arkadaş, dost olurlar. Sohbetin, işte böyle bir gücü vardır. Cevdet ve Zülküf ağabeyler de birer dosttu… O gün, Cevdet abinin koltuğunda bir gazete olduğunu hatırlıyorum. Sonradan anladım ki bu, bir güzel huydu. Gazetesini alıp belediyenin çay bahçesinde oturur, saatlerce okur, sonra da yürüyüşe çıkardı. Elbette sadece gazete okumazdı. Balzac’ın, Turgenyev’in, Tolstoy’un romanlarını da yine o çay bahçesinde, büyük çınar ağaçlarının altındaki serinlikte ve kendine has bir ciddiyetle okurdu.


Bu okuma merakından belki de bir öğretmen ya da memur sanılabilir ama Cevdet abi hiç çalışmadı. Ona göre maaşlı çalışmak köle ruhlu insanlara özgü bir şeydi. O, olsa olsa patron olabilirdi sadece. Nitekim bütün ömrünü, fabrikalar açmak ve patron olmak hayaliyle ve bunlar için sonuçsuz ve belki de gülünç girişimlerle geçirdi. Bu onda öylesine güçlü bir tutkuydu ki son gününe kadar her gün, bir patron edasıyla ve elinde James Bond çanta ile dolaştı. Cevdet abiyle ilk tanışanlar, ona bir ciddiyet kazandıran çantasının ve özenle seçtiği “efektif, rijit, konjonktür” gibi kelimelerin etkisiyle sahiden bir patron sanabilirdi. Ancak birkaç hafta sonra anlaşılırdı ki bu zavallı adam, arkadaşları arasında müstehzi bir gülüşle karşılanmaktadır ve afili çantasında da sadece dut kurusu vardır.


Annesiyle yaşardı Cevdet abi. Ve annesi vefat edince, o küçük tek katlı evinde yapayalnız kaldı. Son yıllarında da çantası yine yanındaydı elbette ancak kılık kıyafeti artık pejmürdeydi ve ciddi kilo kaybı yaşamıştı. Elli küsur yaşında bile annesiz kalmanın böyle sonuçları oluyordu demek…  


Üç gün önce kaybettik Cevdet abiyi. Oysa ne zaman bir araya gelsek, “hocam, ben iki yüz yaşıma kadar yaşayacağım” derdi. Bunu öyle bir ciddiyetle söylerdi ki ben bile inanacak olurdum. Belki sahiden, iki yüz yıl yaşamasını istiyordum onun. Bazı insanlar vardır; can şenliğidirler. İstersiniz ki en çok onlar yaşasın. Cevdet abi de işte böyle biriydi benim için. Yaşasın ya hu. Oturup gazete okusun, patron olacağım desin, açacağı fabrikalardan dem vursun, Allah da unutuversin bir kezcik, ne var sanki… Ben böyle olsun istiyordum ama unutkanlık, benim gibi başı hülyalı insanlara mahsusmuş.


Cevdet abi Ergani’nin bir rengiydi. Çalışmıyor olmasına aldanıp da kolay bir hayat sürdüğünü düşünmeyin sakın. Kolay mı sizce her gün patron olma hayaliyle elde çanta ile dolaşmak. Koskoca ömrü bir hayalin peşinde tüketmek. Kolay mı, “içinde ne var ki” denilerek defalarca çantanızın sizden kaçırılmaya çalışılmasına direnmek. Belki de her gün “bir işe girip çalışsana” öğütlerine maruz kalmak. Fabrika kurma hayallerinize alayla karşılık verilmesi, işsizsiniz diye fırça atılması, sigortanız olmadığı için hastaneye gidememek. Kolay değildi elbette ama Cevdet abi de böyle biriydi. Zaten bir hayale tutulanlar ya alkışlanır ya da alay edilmezler mi?


Vefat haberini duyunca, “vay benim ağabeyim; iyi ki Ergani’de doğdun ve iyi ki orada yaşadın” dedim kendimce. Bir başka yerde muhtemelen farkına bile varılmaz, aç, sefil olurdu. Bakmayın siz ondan gırgır olsun çantasını kaçırmaya çalışmalarına, hepsi ellerinden gelen yardımı yaptılar Cevdet ağabeye. Evet, her gördüklerinde iş bul çalış dediler ama yine her biri belediyede, çeşitli kurumlarda sahiden çok güzel işler buldular ona. Gidip de çalışmayan kendisi oldu yine. Hatta annesinin vefatından sonra, evine birkaç defa temizlik elemanı gönderdiler de yine Cevdet abi istemedi. Yani bir küçük kasaba, eleştirdi ama sevdi, alay da etti ama yardımına da koştu, kendinin bir rengi olarak benimsedi onu. Ve şimdi de bağrına bastı.


Düşünüyorum da biri bir gün Ergani’nin resmini çizecek olursa, fırçasının bir ucunda da kesinlikle Cevdet abi olacak. Ne ressam bilecek bunu ne de fırça. Ama ben, resme bakınca muhakkak göreceğim Cevdet ağabeyi. Bir çınar ağacının gölgesinde, yeşillikler içinde gazetesini okuyor olacak.



 

24 Şubat 2024

Manisa