Ayağında bir ağrı peyda olmuştu kaç gündür. Küçük, küçücük bir taş değdiğinde, çenesine kadar bir sancı saplanıyordu. Böyle oldu mu hiç duraksamıyor –belki ağrıdan da hızlı- hemen koyveriyordu bir küfrü. Bazen ağrıya, bazen ayağına ve bazen de böylesi hayataydı ettiği küfürler.
Çiseliyordu hava. Ama ter içindeydi Rıza. Terinin yarısı yoldan, yarısı da ettiği küfürlerdendi. Şimdi ağır ağır çıkıyordu Nuri’nin kahvesinin beton merdivenlerini. Yorgundu ama yine de önce bir eğilip, camdan içeri göz gezdirdi. Epeydir, kahveye gelir gelmez önce içeriye bir göz atıyordu. Sebebi Piç Murtaza’ydı. Birkaç ay önce, iddiasına tavla oynarken sinirlenmiş, “zar tutuyorsun” diye üzerine yürümüştü Murtaza’nın. “Ne ulan öyle, altı kapıya sokuyoruz da bu şeş ü yekler hep seni mi buluyor” diyordu öfkeden. Murtaza, evet zar tutardı ama niye kendini böyle her el zor duruma düşürsündü ki? Rıza da böyleydi işte; kolay sinirlenir, küfreder, millet de onu seyre dalardı. O gün de yine, etmediği küfür kalmamış, Murtaza ise sadece gülmekten katılmıştı. İşte o günden beri, yine sinirleri hoplamasın diye Rıza, içeriyi kolaçan ediyor, Murtaza’yı görürse, kendi kendine söylenerek yönünü çarşıya çeviriyordu.
Elini siper edip dayadı gözlerini cama. Sakindi içerisi. Ağırdan bir türlü sesi duyuluyor, iki genç de bir köşeye çekilmiş, pastıra oynuyordu. Tokmağı çevirip içeri süzüldü Rıza. Sonra bir sandalye alıp, harıl harıl yanan sobaya doğru sırtını vererek oturdu. Çaycı Muzaffer bulaşık yıkıyordu. Rıza, masaların yanından bir yüksek sehpayı sürükleyerek yanına çekti ve ocağa doğru “Muzo, bir çay gönder hele” diye seslendi. Muzaffer, ellerini kurulayıp bir çay doldurdu ve hızla getirip bıraktı. Rıza gözlerini kapadı. Yağmur hızlanmıştı dışarda. Damdan gelen sesler yükselmiş, radyonun sesini bastırmıştı. Ellerini ensesinde kavuşturup, hafiften sobaya doğru esnetti sandalyesini. Sırtı yumuşak yumuşak ısınmaya başlamıştı. Bir an düşeyazdı sanki; tedirginlikle gözlerini açtı. Göbeğine doğru bakınca, örgü yeleğinin düğmelerini yanlış iliklediğini fark etti. “Yeleğinin de iliğinin de…” diye başlayıp bir küfür salladı ve sanki bu hatasını gizlemek ister gibi bu sefer ellerini göbeğinde kavuşturdu. Yağmur bir hızlanıp bir yavaşlıyor, onun ritmiyle birlikte radyo da bir duyulur bir duyulmaz oluyordu. Rıza, gözlerini yine kapatmıştı ki gençlerden birinin sesiyle uyandı.
-Rıza Dayı, peki sen kime verirsin ömrünü?
Anlamamıştı Rıza. Gençler kendi aralarında bir süredir tartışıyorlardı ama o, sobanın sıcaklığına kendini bırakmış, dalıp gitmişti.
-Ne ömrü oğlum? Ne diyon sen?
-Rıza Dayı, düşün ki sana bir hak verdiler. Yaşayan birine ömründen istediğin kadar yıl vereceksin. Yani seninki kısalacak, onunki uzayacak. Allah senden alıp ona verecek. Bu hıyara soruyorum, bana diyor ki ben ömrümü gardaşıma veririm. La kim ne yapsın senin gardaşını diyorum, bu sefer de başbakana veririm diyor. Valla yaşasaydı ben Atatürk’e verirdim ama şimdi aklıma kimse gelmiyor. Sen olsan ne yapardın dayı?
-Ne yapacam oğlum? Ben Musa Eroğlu’na bi on yılımı verirdim.
-On yıl çok olmadı mı Rıza Dayı? Hem Musa Eroğlu senden yaşlı. Daha ne yapacak ki?
-Ne yaparsa yapsın oğlum, bana ne? Sanki bende kalsa çok şey yapacam. Benim gibi bi adam gidip de Piç Murtaza’yla kavga edene kadar Musa Eroğlu alsın eline sazını, türkü söylesin.
-Peki dayı, şimdi senin ömrünü…
-Kes la! Tamam. Başlatmayın şimdi ömründen de hayatından da. Muzo, hele bir çay daha gönder.
8 Ocak 2022 Cumartesi
Manisa
Kenan Birkan
2022-01-12T00:22:53+03:00Ah ulan Rıza…