Karanlıkla kuşattığım odamın perdesini büyük bir özgüvenle açmıştım. Ama geceye kahkahalarını yayan serserileri duymamak için camı yine kapalı tutmuştum. Şehrin göğe yaydığı ışık kirliliği yüzünden penceremde gözüken tek parıltı Venüs’e aitti. Gözlerimi ona diktim.

Sorun uykusuzluk değildi. Sorun fazla uyuyarak, fazla hareketsiz kalmış bir uzuv gibi beynimi karıncalandırmam da değildi. Sorun hiç rüya göremememdi.

Bilime göre bu imkansızdı. İnsan gözlerini yumduğu anda rüya aleminin farklı katmanlarında dolanır dururdu. Bu yüzden hatırlamadığımı söylediler. “Rüya görmez olur musun hiç? Unutuyorsundur yalnızca.” Ama onlar nasıl söyleyebiliyordu: “Rüyamda seni gördüm ama nasıl gördüğümü unuttum.” Onlar bir rüyayı unuttuğunu bile hatırlıyorlardı.

Böyle gecelerde Venüs’e tapasım geliyordu veya karanlığın içinde parlayan herhangi bir ışık huzmesine. Tanrı'nın bazen insanlara gözükmesi lazımdı, buna ihtiyaç vardı. Biraz daha gözükmez ve bana yardım etmezse kendi sıçtığıma bile tapacakmış gibi çaresiz ve acınası hissediyordum.

Rüya görememekten korkarak gözlerimi açık tuttum. O, içinde ne olduğunu bilmediğim derin ve sessiz karanlığa yürümek istemiyordum. Rüya görenler, kendilerine uyurken ne olduğunu, nerede olduklarını bilebiliyordu. Ben bu bilgisizliğin içinden korkuyla çıkarak uyanıyordum. Uykuda ölüm dedikleri bu olmalıydı: rüyasızlık.

Venüs biraz daha yükseldi. Güneş’ten daha hızlıydı hareketi. Kendimi daha da yalnız hissettim, yalnızlığım daha hızlı ilerliyordu geceleyin.

“Tanrı'm…” dedim gece dua eden herkes gibi buruk bir umutsuzluk içinde. Umudu olanlar gündüz dua ederdi, tüm gün boyunca beklerlerdi dualarının kabul olmasını. “Bir rüya, sadece birkaç saniye… Lütfen.” Anahtar kelimelerdi bunlar. Bir çocukluk alışkanlığımdır ki Tanrı'yla konuşurken baştan sona kurallı bir cümle kurmam. Ben anahtar kelimelerimi söylerim ve o, cümlelerimi kurar. “Saçma, korkunç, silik… Sadece bir rüya.”

Eğer gerçekten uyurken ruhumuz bedenimizden çıkıyorsa ve görülen rüyalar aslında gezilen yerlerse benim ruhum ya bedenimden hiç çıkmıyor ya da hiç geri girmiyor. Ruhumu uyurken kaybetmiş olabilir miyim? “Tanrı'm…” Yardım.

Hayal kurarak uyu, demişti bir arkadaşım. O hayali rüyamda devam ettirebilirmişim. Ne kadar çaresiz olduğumu görüp korkmasın diye ona zaten tüm günü hayallerle geçirdiğimi söylemedim. “Tanrı'm…” Lütfen.

En son ne zaman rüya gördüğümü hatırlamıyorum. Herkese her şeyimi anlatmışım ama kimseye rüyalarımı anlatamamışım. “Dün gece rüyamda seni gördüm,” demek istiyorum birilerine. Bu, büyük bir nimet gibi geliyor. “Ama nasıl gördüğümü hatırlamıyorum.” Eski sevgilime böyle mesaj atıp dönmek istiyorum. Bana asla inanmayacağını biliyorum. Çünkü ben, her gece onun mırıldanmalarını dinlerdim, rüyalarını ondan parça parça koparmaya çalışırdım. Sabah ondan önce ona anlatırdım o rüyaları sanki kendim görmüşüm gibi. “Tanrı'm…” Rüya.

Sanırım küçükken kimse bana yatmadan önce masal okumadığı için rüyasız geçiyor gecelerim. Bu şüpheli teşhisi koyduğum anda baş ucuma bir çocuk kitabı iliştirdim. Hâlâ çaresizdim. Hâlâ çaresizim. Belki yaşım geçmiştir deyip dünya klasiklerini yerleştirdim. “Tanrı'm…” Uykum kaçtı.

Venüs çoktan çekip gitmiş penceremden. Uçsuz bucaksız gökyüzünde yok mu başka bir yıldız penceremin kadrajına sığabilecek? “Tanrı'm…” Gözlerimi yumuyorum. Bana uyku değil, bir rüya lazım.

Bana ait bir rüya yoksa bana ait bir düşünce de yoktur, değil mi Tanrı'm? Çünkü rüyalarından yola çıkarak bilime ve sanata aydınlık katan onca bilim ve sanat insanı... Ama hayır, benim de bir düşüncem var Tanrı'm. O da sana en çok muhtaç kaldığım bu gecede dikkatimi üstüne çekmeye çalışan mesanemin beni senden daha çok sevdiği ve ilgimi senden daha çok istediği.

Sana söyledim Tanrı'm, beni bu kadar çaresiz bırakmayacaktın. Bir tane bile olsa duamı kabul edecektin. Tek duamı duyacaktın. Şimdi ben, o sifonu nasıl çekeceğim?

İşte hem kendime hem de sana son bir şans sunarcasına bir defa daha gözlerimi yumarak söylüyorum duamı Tanrı'm... “Rüya.”