Uzunca bir köprüden yürüyordu Derviş. Ara sıra yalpalayarak ayakta durmaya çalışıyor, köprünün kalın ve pütürlü halatlarına tutunarak sürekli arkasına ve arada bir etrafına bakıp, metin bakışlar takınıyordu. Gittiği yoldan geri dönmesin diye ardında bekleyen mızraklı askerler gözden kaybolmuştu. Zifiri karanlığın karnını yırtan ışıklar görünmeye başladı gözlerine. Büyükçe bir kale, köprünün ortasına vardığında artık iyice seçiliyordu. Belki de gece olduğundan dolayı duvarları kapkara görünüyordu. Oysa burada geçireceği ilk gecesinden sonra sabah voltası vaktinde bu duvarların gerçekten de simsiyah taşlardan örüldüğünü görecekti. Kaleye oldukça yakındı artık. Yüzündeki metin duruş daha da metinleşti. Ara sıra şiddeti yükselen fırtına kavuğunu uçurmasın diye bir eliyle sürekli başını yokluyordu. Kaleye yaklaştıkça fırtınaların şiddeti daha da artıyordu bu yüzden temkini de aynı oranda artıyordu. Cübbesi ardında uçuşmasın diye düğmelerini iliklemiş bir de aynı cübbesinin renginde siyah bir kuşak ile iki tur bağlamıştı Derviş. Şimdi arkasına baktığında yalnızca sonsuz bir karanlık ve bu karanlığı büyülü bir şekilde delip geçen ve dalgalardan sebep aşağı yukarı dans eden köprüyü görüyordu. Sabırhane’nin kapısına vardığında bir eli kavuğunu tutmadan edemiyordu. Fırtına aynı şiddette ve acımasızca esiyor, cübbesinin eteğini ardında bırakarak Dervişin parlak bacaklarını gün yüzüne çıkarıyordu. Sabırhane oyuklarından sızan ışıklara dikkatle baktı. İçeriden ışık dışında hiçbir şey görünmüyordu. Küçüklü büyüklü tüm oyukları etrafı çivilerle kuşatılmış, yetişkin bir insan kolu kadar kalın demir korkuluklar süslüyordu. Derviş hala metanetini bozmamıştı. Gördüğü hiçbir şeyden etkilenmemiş halde sadece uçmasın diye kavuğunu tutuyor, diğer eliyle de arada bir bacaklarına rüzgar vurmasın diye cübbesinin eteğini düzeltiyordu. Sabırhane kapısının önünde durduğunda sağında, yere ters ve açık şekilde çakılmış bir şemsiye gördü. Tutma kolunun küçük bir parçası kırık ve kumaşında belli belirsiz delikler seçiliyordu. Dibinde bir avuç kadar su birikmiş ve içinde onlarca iribaşa ev sahipliği ediyordu bu şemsiye. Derviş okuduğu onca fıkıh ve ilim kitaplarına rağmen buradaki amacı anlamıyordu. Hangi dine hizmet edilidiğini, hangi bilimin deneyi olduğunu anlayamıyordu. Uzunca bir at kişnemesi dikkatini sol tarafa yöneltti. Bu fırtınalı denizin yahut okyanusun ortasında, dalgaların ara sıra metrelerce yükselip Sabırhane kıyılarına vurduğu bir yerde, günahsız bir hayvanın neden dışarıda ve etrafının çivili demir parmaklıklarla örtündüğünü de anlamamıştı. Gördüğü tüm korkunçluklara rağmen hala daha metin kalabilmişti Derviş. Nitekim bu heybetli ata yaklaştığında gövdesindeki belli belirsiz seçilen süzülmüş kan izlerine bakınca dahi metin kalmaya devam edebildi. Sırtında, karnında ve kıçında onlarca yara içinde Dervişten de metin duruyordu bu at. Derviş ata iyice yaklaştı ancak şahlanan atın bundan rahatsız olduğunu düşünerek hemen geri çekildi. Kavuğu başından çıkacak gibi olmuştu eğer son anda tutmasaydı. 


“Bu taraftan” 


 Kapıdan gelen sese doğru bakınca kendisi gibi cübbe ve kavuk giymiş orta yaşlı masum duran bir adamı gördü. Bu adam Dervişin aksine beyaz bir cübbe ve kavuktan ziyade başına tam oturan bir takke giymişti. 


“Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.” 


“Adım, Kahya.” Diye, karşılık verdi masum duran adam. 


Derviş, verdiği selamın karşılıksız kalmasından sebep dudaklarının ucuyla kendi verdiği selamı sessizce geri aldı. 


“Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berakatühü”