Kahya, Dervişe başını salladı ve gitti.


Kahyanın son cümlesinden sonra gözleri açılan diğer sâbirler Derviş'i süzüyor, hangi günahların bedeli için bu cehenneme geldiğini düşünüyorlardı. Derviş ise aynı düşünceleri diğer sâbirler için düşünüyor ve ne yapacağını bilmediği için öylece durup etrafına bakıyordu. 


Odanın içi düşündüğünden daha sade ve aynı oranda sabır zorlayıcıydı. Çünkü iki pencere, bir mum, taş yastıklar ve günah ordusu dışında şey ve kimseler yoktu. Odadaki günahkarlara bakılırsa kimsenin işkence gördüğüne dair bir iz yoktu. Bu oda bir hapishane koğuşundan çok darülacezeyi andırıyordu. Sağda solda uyuklayan sâbirlerin perperişan ve sıkkın tavırları, işkence kapısındaki cinayet silahlarından değil; muhtemelen dünyevi zevklerden mahrum kaldığı içindi. Kim bilir ne halt etmişler de, hiçbir şeyin olmadığı, etrafı tuzlu su ve hiddetli dalgalara mahkum bir taş yığını içinde işkencesiz, falakasız, zindansız bir hapis hayatı yaşıyorlardı.  


Odanın sessizliğini Mahluk diye hitap edilen ve adının ne olduğunu kendi de hatırlamayan; öncesinde Derviş'i kapının menfezinden çatlak, kanlı, damarlı gözleri ile süzen; her ne kadar temiz olmak için yeterli imkanlara sahip değilse de üstüne başına hiç önem vermemiş; çoğu yeri yırtık ve belli belirsiz dışkı, çamur, sidik izleri taşıyan bir pantolon, bir gömlek ve bir ceket giyen; yüzünde, ellerinde ve elbiselerinin yırtık yerlerinden baş veren uçları sarı, dipleri yeşile çalan, çoğu kiraz büyüklüğünde, içleri ise; kan, irin ve enfeksiyon dolu çıbanlar olan; sol burun deliğinin, şah damarının üzerinde ve sağ kulak memesinin altında nohut tanesi kadar et beni; yüzü yaşlı bir kadını, vücudunun heybeti ise sapına kadar erkeklik yansıtan, elindeki dikenli bastonu vücudu ile birlikte ileri geri sallayan ve kendi kendini duymadığı için bağırarak konuşan ve gerçekten mahluk mahlasını sonuna kadar hak eden kişi bozdu. 


"Derviş Kardeş, bu en köşe benim, sakın ola seni burada uyuklarken yahut el çekerken falan görmeyeyim yoksa ben bu bastonla çok köpeği leşe çevirdim, seni de köteğimden sakınmam ha bilesin. Zaten bu deyyusların içinde ne işim vardı benim. Burunlarından, kulaklarından kertenkeleler fışkırsın bu itoğlu zaptiyelerin yakaladılar beni dere başında. Aptest alıyorum dedim de yine de piçin biri mızrağıyla götümü dürttü de düşüverdim derenin boklu suyuna. Hem sen zaten konuşmaz etmezmişsin, allahıma yastığıma göz dikersen ağlatırım seni bozulur yeminin, allahıma. Zaten karnım da aç. Aaah vah karnım, güzel biftekler, şaraplar var idi de burda çorbaya ekmeğe muhtaç kaldın, ah karnım, vah karnım."


Mahluk bunları konuşurken Dervişin göz bebekleri oynuyor, sinirlerini mahmuzluyordu. Pis derenin suyuyla abdest alınmayacağını bilmeyecek kadar beynamaz hatta zındık, bastonuyla hayvanları öldüren ve ağzı keneften beter konuşan bu mahluk ile hangi benzer günahları işledim de burada, dünyanın kuytusunda, izbeliğin kayıp karanlığında aynı cefayı, azabı çekeğim diye düşündü.