Mahluk bunları konuşurken Dervişin göz bebekleri oynuyor, sinirlerini mahmuzluyordu. "Pis derenin suyuyla abdest alınmayacağını bilmeyecek kadar beynamaz hatta zındık, bastonuyla hayvanları öldüren ve ağzı keneften beter konuşan bu mahluk ile hangi benzer günahları işledim de burada, dünyanın kuytusunda, izbeliğin kayıp karanlığında aynı cefayı, azabı çekeceğim" diye, düşündü. 


Derviş, içerdeki sâbirlere dikkatle bakınca, hepsinin üstü başı birbirinden perişan dört çocuğu gördü. Dört çocuk da tek bir taş yastığı paylaşmış; iki kızdan biri uyanık, diğer iki oğlan ise ayakta Derviş'e pür dikkat gözlerini dikmiş, sinirle bakıyorlardı. Nasıl bir cehheneme düştüğünü bir türlü anlayamıyor, gördüklerine hayırlı bir izah sunamıyordu. Çocuklar, uzun boylu, zayıf, köse, esmer ve onlardan biraz daha büyük bir çocuğun uzandığı yerde sessizce duruyor, arada bir burunlarını çekiyor, kollarıyla ise sürekli siliyorlardı. Yanlarında yatan büyük çocuğun paçasını, kollarını, ellerini sıkıca tutuyor küçük gözlerinden tanımadıkları Derviş'e karşı ihtiyatlı, korkulu ve sinirli bakışlar savuruyorlardı. Çocuklardan biri, uyuyan büyük çocuğu dürterek Derviş'i işaret etti. Vakurla uyanan büyük oğlan kara gözleriyle Derviş'i iyice süzdükten sonra başını taş yastığa umursamadan geri koyarak çocuklara; Derviş'in anlamadığı dilde bir şeyler söyledi. Her ne söyledi ise, iki büklüm duruşlarından karınlarının aç olduğunu anlaşılan çocukların gözlerindeki asabiyet ansızın kaybolmuştu. Dervişle olan ilgilerini kaybeden çocuklar artık kendi aralarında Derviş'in anlamadığı o dille konuşuyor, hatta eğleniyorlardı. Derviş'in anlam verdiği kadarıyla büyük olan çocuk, küçük çocuklara endişelenmeleri gereken bir durum olmadığını söylediği için çocuklar rahatlamış ve ona bakmaktan vazgeçmişlerdi. 


Çocuksu ancak büyümüş bir ses "Hoş geldin" diyerek odadaki sessizliği bozdu. Yattığı yerde bağdaş kurmuş ve elindeki tahta kılıcına şövalye edasıyla yaslanmış tıknaz, koca kafalı, şaşı gözlü, minik elli bir çocuk yahut ergenlikten yeni çıkmış bir cüceden çıkmıştı bu ses. Dolgun parmaklarıyla kavradığı kılıcından gözünü ayırmıyor, arada bir Derviş'e ve etrafa bakarak gülümsüyordu. 


"Bak, yanımdaki yatak boş. Gel burada kal, tanış olalım."


Derviş, daha önce onlarca savaşçı görmüş ancak hiçbirinde karşısında duran tahta kılıçlı cücenin güvenini sezmemişti. Çünkü hiçbir savaşçı, şövalye, asker, tanımadığı birini yakından tanımak istemez, aksine ondan uzak durarak çıkarımlar yapar ve makul görürse arkadaş olurdu. Derviş cücenin davetine icabet edecekti çünkü odadaki tek boş yer orasıydı. 


"Adım, Kahraman." Derken, minik elini göğsüne götürmüş başını ise hafifçe öne eğmişti. Lafını bitirir bitirmez başka bir ses daha duyuldu. Oldukça güzel bir ses, Kahraman'ın mızıkayı andıran sesini adeta kemanca bastırmıştı. 


"Yalanlar ülkesinde kahraman." Demişti, ses. Derviş sesin geldiği yöne bakarken gördüğü delikanlıyı şaşkınlıkla karşılamıştı. Yakışıklı, yapılı, boylu, estetik hatta dehşet bir görünüşü vardı. Odadaki herkesten temiz yüzü ve üstü başı ile kendinin buraya ait olmadığını kanıtlıyordu. Gözleri kapalı ve sırıtarak Kahraman'ı dinleyen kişiye Seyyar Filozof diyorlardı. Derviş yakışıklı delikanlıyı dikkatle süzerken, Kahraman homurdanıyor, kendi cengâverlik hikayelerini anlatıyordu. 


"Filozof birader, ben bu parmak kadar boyumla onca kanlı savaştan çıktım, onca gaddar kralı biçtim hatta adını bilmediğim canavarları bile kestim ama hiçbirinde senin kadar inkârcısını görmedim. Senin ülkende şövalyeleri devlet kendi eliyle seçer demek ki; beni ise Tanrı yarattı, seçmedi; o yüzden cüce bir savaşçıyı zihninde oturtamıyorsun. Hem, sana da Seyyar Filozof derler, demek ki seni kimse köyünde barındırmıyor, bu yüzden geze geze seyyar olmuşsun he?" Derken, en sonunda ise küçük bir kahkaha atmıştı Kahraman.


Yakışıklı Seyyar Filozof, gözleri kapalı ve hâlâ sırıtarak dinliyordu Kahraman'ı. İstifini bozmuyor, sanki başka bir şey düşünüyor gibiydi.


Mahluk, dikenli bastonunu Kahraman'a doğru sallayarak;


"Ulan madem onca yaratık biçtin abe bızdık, demedim mi sana şu ağıldaki atı kes de yiyelim, karnımız birkaç parça et görsün diye? Anca heyula biçersin sen sopayla, züppe seni. Ah ah olacaktı bi sedef çakım, ben o atı çoktan mideye indirirdim de, yoktu işte." 


"Kaç kere diyeceğim, büyü yaptılar bana ve kılıcıma. Bak Derviş birader, ben bu Sabırhane'ye gelmeden önce insanları büyüyle zalime dönüştüren bir şifacıyı öldürmüştüm. Kılıcım kazandaki kaynayan büyülü suya düşünce tahtaya dönüştü. Elime aldıktan sonra savaş kabiliyetlerimi yitirdim, sonra kılıcımın günden güne keskinliği, sivriliği kaybolmaya başladı. Panzehirini buldum, eğer o büyücünün zalime dönüştürdüğü Kralımız beni buraya hapsetmeseydi büyüyü bozacaktım ama yapamadım. Şimdi Kralımız büyüyün etkisinde olduğu için özgür kalmam izin vermiyor. Ama buraya gelmeden önce babama her şeyi anlattım, şimdi Kralımızın yanından ayrılmıyordur oğlum masum diye. Büyük ağabeyime de kılıcımın panzehirini söyledim; çok uzak diyarlarda yaşayan, dilinde adımın yazdığı kırmızı bir yılan. Eğer ağabeyim o yılanı bulur, üç kere adımı söyledikten sonra başını ezerse kılıcım ve ben eski gücümüze kavuşacağız ve buradan kurtulacağım."  


Kahraman, derin bir oh çekerek geriye yaslandı ve kılıcına iştahla baktı. Şaşı gözlerinden biri kılıcında, diğeri ise içeri güneş ışığını arsızca alan pencereye bakıyordu.