I


Çok korkak bir insanım. Hayatım boyunca kendi fikirlerimi düşünüp başkalarının söylediğini yaptım. Bu durum bastırılmış bir öfke büyütmeme sebep oldu kendi içimde. Hep gitmek istedim. Her şeyi bir kenara bırakıp kim olduğumu bulmak için. Nereye olduğunun bir önemi yoktu, belki bulamazdım ama yine de gitmek istedim, gidemedim. (İnsanoğlu cebinde bir boy aynasıyla yaşar çünkü işi kopya çekmektir. Dolayısıyla herkesin bir kopyası vardır. Duruma göre karşısındakinin zıttı da olabilir, aynısı da. Hatta bir kopya bulamayan insan, aynada kendiyle bile zıtlaşabilir. Nadirdir kendi düşünceleriyle yaşayanlar. Bense onlara özenenler tarafındaydım. İnsan böyle işte, doğadan ilham alıp, kopya çekip, önce birbirimize karışıyoruz sonra fırtınalar kopartıyoruz kendi içlerimizde. Korkuları olan insan ise, başkalarının düşündüğü, hissettiği ve söylediği hayatı yaşamaya mahkumdur.) Çünkü kusursuz bir şekilde işleyen sistematik bir hayata sahibim ben. Ben buna sistemin köleliği diyorum. Her gün düzenli bir şekilde başkalarına paralar kazandırmak adına ömrümün yarısını verdiğim işlerimle geçiyor. Kendime vakit ayıramadıkça içime gömülüyorum ve giderek daha da yalnızlaşıyor-d-um. Tek gerçekliğim, her gün akşam, sekiz saatimi verdiğim taş binadan ayrılınca sokakları dolaşmak oluyor-du. Gideceğim yer her zaman aynıydı yolun sonunda, o yüzden nereden ve nasıl gittiğimin bir önemi de olmuyor-du. Genel de yürüyor-d-um. Yürümek kolay geliyor-du. Kendimle daha fazla kalmama sebep oluyor ama sebebini bilemediğim bir rahatlıkta veriyor-du bana. Birbirini takip eden günlerim hep aynıydı. Sonrasında ilginç bir durum hissettim bedenen ve ruhen. Kendimle konuşuyor, istemsizce, gayri ihtiyari cevaplar vermeye çabalıyordum. Çabalıyordum çünkü dış sesimin sorduğunu iç sesim cevaplamıyor yine dış sesim karşılık veriyordu. Bu durum canımı sıkıyordu ve pek fazla kafama takıyordum. Ben sıkıntıya gelemeyen bir insanım. Bu arada yolu yarıladığımı fark ettim ve yine dört duvara ulaşmam fazla sürmeden kendimi evin içinde buldum bir anda. Herkes ve her şey yerli yerinde duruyordu. Evin yerleşim odasında televizyon yine bir şeyler saçmalıyordu. Bu durum kimseyi rahatsız etmeden sürekli tekrarlıyor ve her şey halinden memnundu yine. Küçük bir selam seronomisinden sonra üzerime yapışan ve yakışmayan bir halsizlikle kendi yaşam alanıma zar zor attım kendimi. Kapıyı özenle kilitledim ve bunu neden yaptığımı düşünmeye başladım. Sırtımı kapıya yaslayıp dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerim kafamı patlatırcasına sıkıştırıyordu. Gözlerim yuvalarından fırlamaya çalışırcasına titretiyordu kafatasımı. Ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar düşünceyle doluydum. Kendime sorular soruyor, cevabını sanki ben değilmişçesine cevaplıyordum. Neden bu kadar fazla düşünüyorum dedim kendi kendime. Bu kez iç sesim cevapladı. Hiç düşünmemek bile düşünmekten geçer diye. Doğru, dedim bir insan hiç düşünmemeye çalışırken bile o anda düşünme eylemini gerçekleştirdiğinin farkına varmakta zorlanabilirdi. Zor bela yatağa attım kendimi. Ortalık iyice kararmıştı ya da bana öyle geliyordu. Gözlerim daha fazlasını istiyordu sanki bilemiyorum, adına özgürlük denilebilir miydi? Ayaklarım titriyor, tavan üzerime akıyor gibiydi. Başım dönüyor ve kendimi yatağın üzerinde ters çevirmeye çalışıyordum. Ama ne ala yapamıyordum. Bir anda üzerime bir hafiflik çöktü ya da ben öyle hissetmiştim kendimi, sonra sertçe ters çevirip bir nebze de olsa tavanın üzerime gelişinden uzak tutmayı başarmıştım kendimi. Sonra gözlerim ağırlığa daha fazla dayanamayıp kapanmaya zorluyordu kendini ve daha fazla tutamayıp saldılar uyku denilen huzursuzluğun boşluğuna kendilerini...


II


Bir insan neden sadece uyuduğunda mutlu oluyorsa ben de ondan dolayı mutluydum. Dolayısıyla uyandığımda da mutluydum. Bu durum fazla sürmedi tabii ki. Mutluluğum da uykularım kadardı. Ortalık henüz ışımamış, karanlık daha da koyulaşmıştı. Sol tarafımı hissetmiyordum. Tesadüfen mi bilinmez ama sigara paketini sağ tarafımda duran koyu gri masamın üzerine ne zaman bıraktığımı hatırlayamadım. Zaman kavramım yerçekimine karşı koyarak hava da asılı kalmıştı sanki. O yüzdenbir şeyleri hatırlamaya çalışmak zaman kaybıydı. Ben de üzerinde fazla durmadan kalan var gücümle masaya uzattım kendimi. Parmak uçlarım hiç bu kadar uzun görünmemişti daha önce. Bu duruma şaşırmak yersizdi şu an için ve yersiz olan ne kadar şey varsa o kadar da gereksizdi. Sigara hariç. Zar zor sigaraya uzanmayı başardım. Dünyanın en mutlu insanı olmadım, olamazdım da, olmak da istemiyordum. Ben mutluluğun bana düşen payını az önce yaşayıp bitirmiştim. Kurumuş dudaklarımın arasına yerleştirdiğim sigarayı zıvanasından dişleyerek ağzımda sabit kalmasını sağladıktan sonra diş etlerim çekiliyormuş gibi hissettim. Çakmağım yoktu. Hiçbir zaman çakmak kullanmayı da sevememiştim. Kükürt kokusu iyi geliyordu. Bir çöp kibrit dünyaları yakabilirdi ama ben sadece, şimdilik sigaramı yakmakla yetinmiştim. Kibritin yanış sesi karanlığın ortasında büyük bir ses tufanı oluşturmuştu. Sigaranın ucunda yükselen kor, aydınlığın küçük bir noktası gibiydi. Küçük bir nefes nikotin ise, ciğerlerime doğru dörtnala koşarken aydınlığı yutuyormuş gibiydim. İçimde yükselen karanlık, odamın güneşini parça parça dişlemiştim. Göğüs kafesimin altında beliren, içten içe yükselen cehennem ateşinin dışavurumu yakıyordu kemiklerimi. Hiçbir yere dokunamıyor, dokunduğum yer toz olacak gibiydi. Yatağım iğneli bir yürüme tahtası gibi sırtımın her yerine orantılı şekilde batıyordu. Sırtımda sanki panayır havası varmış gibi, patlatılan baloncukların sıvısı altımdan akıp gidiyordu.Yüzümün renginin değiştiğini görebiliyo, nefes almakta güçlük çekmeye başlamıştım. Başım önce hafifçe saat yönünde dönmeye başladı sonra vücudumun tamamı hissizleşti ve gözlerimi acıyla kapattım. Başımın dönmesi saatler sürmüştü. Güneş penceremin eşikliğindeki tozlara ışıltısını yansıtmaya başlamıştı. Saat yediye doğru yaklaşıyordu, gitmem gereken, sorumluluklarım vardı. Ayağa kalmak çok güçtü. Varlığından huzursuz olduğum hayat, yeniden başlıyordu.


III

Mahkumiyet hayatımın elbiselerini üzerime geçirdikten sonra hayatımı devam ettirebilmek için zor da olsa kapıdan çıkmayı başardım. Yakıcı güneş gözlerimi kamaştırmıştı. Tekerleğin icadından sonra üzerinde fazlasıyla değişiklik yapılan aracıma doğru ağır adımlarla yürürken düşüncelerle kaplı beynim gereksiz olan ne varsa düşünüyordu yine. İlkel hayat yaşamam için ısrarla tehdit ediliyor gibiydim içimdeki ses tarafından. Dinlememekte ne kadar kararlı olsam da kolumdaki saat henüz zamanımın olduğunu gösteriyordu ve içimdeki sesin beynime hükmetmesine izin verdim. Küçük adımlarla, arabayla daha önce yaklaşık on kilometre ölçtüğüm varış yerimin gösterişsiz yoluna düştüm. Sayıları son zamanlarda bir hayli çoğalan taş binaları sırayla, yavaş yavaş, aşağıdan yukarı süzerek ağır tempoda bir bir geçmeye başladım. Yola başlamak ne kadar zor geldiyse de ani bir kararla deli gibi koşmaya başladım. Öyle bir koşuyordum ki ayaklarım benden önce varacakmış gibi, kollarımı sağa sola sallayarak delirmişçesine koşuyordum. Sanki hayatım boyunca koşmamış gibi, delirmemiş gibi, bir daha koşamayacakmışım gibi koşuyordum. O an, on kilometrelik uzun bir maraton koşusu yapılsa üç kez tur atlayacakmış gibi koşuyordum. Kalbim parça parça olmuş, burun deliklerim genişlemiş, kan yerine rüzgar dolaşmaya başlamış olan damarlarım çatlamaya yüz tutmuştu. Sızıntılarım vardı. O sızıntılarımdan akan sıvılar ise havaya hafif tuzlu, mayhoş bir tat bırakıyordu. Baktığım yüzler bildiğimi doğrular nitelikteydi kapıdan içeri girerken.

İyi bir koşucu olduğumu yenice öğrendiğim ben, düzenli olarak çıktığım merdivenleri gözümde büyütmüştüm nedense. Çok yorulmuştum. Oturup dinlenmeye vaktim de yoktu. Kafam o kadar doluydu ki kolumdaki saati neden parçaladığımı düşünüp duruyordum. Çok değişmiştim bir gecede. Her gün taş binada benimle aynı sebepten bulunan insanlarla selamlaşarak, yüzümde gülücüklerle çıktığım merdivenleri, kimsenin suratlarına bakmadan, belki de bakamadan tırmanıyordum. Bugün, gün aymamıştı bana ve kimseyle konuşmaya mecalim de yoktu. Çalışma masama ulaştığımda her şey yerli yerindeydi. Benimle beraber eskiyen, önceden kumaşı gökyüzü gibi olan, şimdilerde soluk mavi, plastikleri griye dönüşmeye başlayan döner koltuğum bile bıraktığım aynı yerdeydi. Ben olup ama bitmeyen, bitip ama geçmeyen düşüncelerle boğuşup dururken gününü aydıran katiller sırayla zamanlarını öldürmek için sorumluluk hissettikleri köşelerine yerleştirmeye başlamışlardı kendilerini. Yaptıkları her işin üzerinde bilinçli olarak parmak izlerini bırakıyorlar, hatta bazen imzalarını bile attıkları oluyordu. Yakalanmak gibi bir korkularının olduğu söylenemez çünkü hepsi de tanınmak istiyorlardı. Her biri işinin ustasıydı.