"Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil."


Fernando Pessoa


Passacaglia/ Handel eşliğinde muhatabına ulaştıramayacağım bir mektubun ilk satırlarını yazıyorum. Önerdiğin başucu kitabındaki bir cümlede buluyorum kendimi. Ve pek çok satır arasında sana rastlıyorum. Veda etmek mi zor yoksa hiç veda edememek mi? Herkes biricik ama bir yandan da herkes bir. Benzerliklerin sevilip, güvenli liman kabul edildiği bir dünyada sen tüm özgünlüğünle iyi ki varsın. En ufak bir onaylanma ve sevilme kaygın yok. Bu yüzden özgürsün aynı zamanda ve özgürlüğünün sana verdiği gücün farkındasın. 


Kibir, asli ve ezeli bir hastalıktır Montaigne'e göre. Ancak sen kibrinde bile haksız değilsin. Sürdürdüğün yalansız, maskesiz yaşantına tanıklık ettiğim için kendimi hep şanslı sayacağım. İzlediğin filmlerle, okuduğun kitaplarla, farkındalıklarınla, hayata karşı duruşunla ve her şeyden önemlisi ürettiklerinle iyi ki varsın bu hayatta. Dünyayı hem kendin hem de diğer canlılar adına daha yaşanılabilir ve iyi bir yer yapma çaban için bütün insanlık adına teşekkür ederim.


Farkındalığı arttıkça bilinçli bir yalnızlığa yöneliyor insan. Kuru kalabalıktan olabildiğince uzaklaşmak istiyor. Tam olarak böyle bir kalabalığın içinde, binlerce insan arasında sadece sen parlıyordun. O kadar parlaktın ki, herkes göremedi, herkes anlayamadı seni. İnsanlar farklı olandan korkar çoğunlukla. Bu yüzden kafalarında bilinmeyene dair senaryolar üretirler. Ama saçma sapan sözler silinip gider çok geçmeden. Yine sen kalırsın geriye, kendini bilen sen, tüm şeffaflığınla.


Boşuna bırakmamıştım seni gördüğümde zırhlarımı bir kenara. Seni tanıdığımda, ama gerçekten tanıdığımda, hissettiğim devasa enerji bambaşkaydı. Tüm uykusuzluğuma rağmen üstelik. Sana rastlama ihtimalim hep çok kıymetliydi. O ihtimal öldüğünden beri ne enerjim kaldı ne de hevesim. Üstelik bir daha zırhlarımı hiç bulamadım ve çırılçıplak kaldım karşında. Yollar yakın değildi, yollar uzadıkça uzadı, yollar dönülmez oldu. Çıkmaz sokaklara girince kafamı gökyüzüne çevirdim. Yıldızları görünce bile aklıma yine sen geldin. Renklerine, kelimelerine, sana bulaşınca bir daha geri dönemedim.


Marcus Aurelius, "Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın, kendi renklerimi göstermek zorundayım" diyor 'Kendime Düşünceler' isimli eserinde. Sen de böylesin. Gerçek olanın peşindesin. Kaygısız, korkusuz, yalansız olabildiğince şeffafsın. Renklerine bulaşan bir daha geri dönemez. Çünkü renklerin gerçek, tıpkı senin gibi. Odamdaki tablolarında görebiliyorum izlerini.


Mesela motorun peşinden havlayan bir köpeği sakinleştirmeye çalışan bir kadın nasıl önemsiz olabilir ki? Önerdiğin kitapların satır aralarında, bir resim sergisinde, bir sokak hayvanının mırıltısında ya da belki Kadıköy'de bir kitapçının önünde rastlarım sana, kendi içimde. Hiç sevmediğini ve asla geri dönmek istemediğini bildiğim bu şehrin boğaza bakan bir manzarasında belki yine seni anımsarım.


Sen varsan bu hayatta her zaman umut var demektir. Senin gibi insanlar varsa hayat tüm pisliklerine rağmen yaşamaya değer demektir. İçimdeki görkemli bir hüzün. Bu yüzden uzadıkça uzadı cümleler, bir iken iki oldu üç oldu hoşçakallar... Üç noktalar yerine tek bir nokta koyamadım hâlâ. Yine de son bir şey söyleme hakkım olsaydı, seni sevmenin benim için ne büyük bir onur olduğundan söz ederdim. Seni sevmek benim için bir onurdu!