Yağmur gün başladığından beri aralıklarla bastırıp, aniden duruyordu. İnsanlar bir koşuyor, bir saçak altına gizleniyor, ne yapacağı belli olmayan bir ergen gibi davranan havaya sövüyorlardı. Renksiz bir sis perdesi bütün canlılığın üzerine çöküvermişti. Keyifsiz, sıkıntılı, ıslak bir gündü. Neredeyse yarım saattir durmuştu fakat sağanak yine çökünce, silecekleri çalıştırdım.

“Allah Allah,” dedim. “Nasıl şeymiş bu böyle sabahtan beri ya?” Mırıldanır gibi konuştuğum içindir belki, karım cevap vermedi. Hoş, uzun zamandır çoğunlukla o cevap vermez, ben de üstelemem. Bu yüzden konuşmuş olmak için konuşmayı huy edinmiştim; alamayacağımı bildiğim, cevapsız kalacak, havada kaybolan boş sorularla geçiyordu günlerim.

“Araba sürmen de konuşman gibi mıy mıy. Mıymıntı herif,” dedi. Parmaklarının tersiyle camda hentbol topu büyüklüğünde bir daire çizdikten sonra, dışarısını izlemeye koyuldu. “Gelmiştir annemler otogara, Allah aşkına bu kadar yavaş sürmenin amacı nedir bana söyler misin Bülent?”

“Yağmur var Vesile. Jilet gibi hayatım yollar,” dedim. "Allah korusun yani." Bir süre bana baktı, sonra da otogara varana dek konuşmadık. Son ışıklarda da biraz bekledikten sonra yeşil, zevksiz otogara geldiğimizde, bir miktar daha içim sıkıştı. Camı aralayıp serin, ıslak havayı ciğerlerime doldurdum. Yağmur şehirdeki pis, isli havayı bir anlığına götürmüştü, şehir temiz kokuyordu. Bulundukları perona yaklaşırken kayınvalidemin memnuniyetsiz, sinirli suratını gördükten sonra, camı tamamen açıp hızlı hızlı soludum. Birkaç soğuk yağmur damlası, sol yanağıma düştü.

“Hoş geldiniz anne,” dedim gülümseyerek. Bana bakmadan, cevap vermeden kızıyla sarıldılar.

“Hoş bulduk evlat, nasılsın?”

“İyiyim baba,” deyip elini öptüm. Bu sakin, suskun adamı seviyordum. Bir ortamda varlığı ile yokluğunun ayrımı yapılmazdı. Kayınvalidemin tersine; uyumlu, güler yüzlü, sessiz biriydi. Yanındayken isteme merasimi de dâhil olmak üzere ilk anlardan beri, hiçbir zaman gerildiğimi, sıkıldığımı hatırlamam. Kayınvalidem ise, kötü yazılmış dizilerdeki karikatürize kötü kaynana tiplemesinin tıpkısındandı. Hiçbir şeyi beğenmez, tatmin olmaz, asla memnun olmazdı. İlk günden beri beni sevmemişti ve bunun anlaşılmasından kaçınmak bir yana, belli etmekten haz duyuyor gibiydi. Onun yanında en rahat olmam gereken anlarda bile diken üstünde hissediyordum. İştahım kesiliyor, midem kasılıyordu. İkisinin de bavullarını alıp düzgünce bagaja yerleştirdim. Sıkılıyordum. Sude doğduğundan beri bir kere yazın, bir kere kışın, senede iki sefer hep aynı zamanlarda gelip üç, dört hafta kalırlardı. Arabaya bindim, dikiz aynasından gergin ama gülümseyen acınası ve yabancı yüzümle bakıştık.

“Nasıl geçti yolculuğunuz anne,” diye sordum. Karımla birlikte arkaya oturmuşlardı, babam ön tarafta, yanımda oturuyordu.

“Eh işte. Otobüs biraz hızlı geldi sarstı, inince de sizi bekledik biraz,” dedi,

“Beklemedik yahu,” diye araya girdi babam. “Yeni geldik işte.”

“Bu adamın zaman kavramı da kalmadı,” diye mırıldandı kayınvalide, söylenir gibi.

“Trafik vardı biraz anne, kusura bakmayın,” dedim çekinerek.

“Trafik yoktu, mıymıntı gibi araba sürüyorsun,” diye araya girdi sevgili karım. Böylece eve varana kadar ara sıra gelip giden radyo dışında arabada herhangi bir ses olmadı. Arkadaki iki kadın, silahlarını, sevecenliğe, rahatlığa, uyuma, anlayışa doğrultmuş birer keskin nişancıya benziyordu.

Karımla üniversitede tanışmıştık. O Almanca öğretmenliği, bense makina mühendisliği okuyordum. Kendi arkadaş çevremde bile pek girişken, ağzı laf yapan biri sayılmazdım. Erkek erkeğe buluşmaların o en az konuşan, bir plana dâhil edilirken unutulmasa da en son akla gelen üyesi bendim. Hal böyleyken kadınlarla konuşmayı ben de kendimden beklemiyordum zaten. Kendi kendimeyken, düşüncelerimde, rüyalarımda becerdiğim her şey, gerçek hayatımın tam tersiydi.  Güzel tost yapıldığı söylendiği için gitmiştim karımın okuduğu fakültenin kantinine ve ilk kez rastlaştığımız, hatta okuldaki son günü olduğu için o gün, o saniye gitmemiş olsam karşılaşmayacağımız, tanışmadan, bambaşka gerçekliklerde yaşamımıza devam edeceğimiz karım Vesile, tüm suskunluğuma inat, sanki ilk gördüğü an beni kocası yapma kararını vermiş gibiydi. Başlarda benzersiz bir sevinç, tatmadığım bir özgüvenle, hayatımın aşkı olduğunu sanmıştım ancak unuttuğum bir şey vardı; benim daha önce hayatımın aşkı olmayacak bir ilişkim de olmamıştı. Vesile rastladığım ilk dişiydi. Mezun olduktan sonra hemen evlendik. Güzel kızım Sude, beni hayata bağlayan tek şey. Şimdi üniversiteye gidiyor ve o da babası gibi mühendis olmayı seçti. Tek dileğim, birileri bir gün güzel tost yapılan bir kantin olduğunu söylerse, oraya gitmemesi.

Mercimek çorbamızı, fırında tavuğumuzu ve pilavımızı yiyip, televizyonun karşısında çaylarımızı yudumlarken, yirmi beş senedir oturduğum evin halısını, saatini, perdelerini, tüm ayrıntılarını sıkıntıyla süzüyor, evimi özümsüyordum. İnsanın yaşadığı yerde, yuvasında ahzan içinde bulunmasından kötü az şey vardı. Yan gözle evin hanımlarını süzerek sürekli kanalları değiştiriyor, yüz ifadelerinde memnuniyete dair bir kırıntı sezersem o kanalda duruyordum. Belki unuttuğundan, belki de odadaki kasveti sezdiğinden, konuşmuş olmak için, yemekteki soruyu bir daha sordu babam:

“Sude ne zaman gelecekti şimdi Bülent?”

“Haftaya gelecek babacığım, son bir sınavı var. En zor senesi şimdi onun bu sene.”

“Çok özledik çok,” dedi. “İnternetten görüyoruz tabii, fotoğraf koydukça ancak, yüz yüze görmeye benzer mi hiç, değil mi ya?” deyip bana baktı. Mahzun, muhabbet açmak isteyen, onay bekleyen saf bir ifade vardı yüzünde.

“Öyle babacığım, benzemez,” dedim.

“Aman internetten görse ne olur anlıyor mu sanki bir şeyden, öğretemiyoruz adama hiçbir şey. Geçen Şeyma’nın küçük oğlunu yanlışlıkla arkadaşlıktan çıkarmış,” dedi kayınvalidem. Karımla beraber gülüştüler. Babam hoşnutsuz, zoraki bir ifadeyle gülümsemeye çalıştı. Daha sonra bana mı öyle geldi bilmiyorum, gözlerinde neredeyse nefrete dönen bir öfkeyle, bir süre karısına baktı. Hissettiğim bu yoğun olumsuzluktan ürpermiştim. Sonra da abarttığımı düşünüp kovmaya çalıştım kötü hisleri kafamdan.

“Çevirsene Bülent, reklam mı izleteceksin bize,” diye daldığım yerden çıkardı Vesile’nin sesi. Hayatımızdaki tüm sıkıntıları bitireceğini iddia eden kredi kartı reklamını aceleyle çevirdim. Sözleşmiş gibi bütün kanallar reklama girmişti. Üçlü koltukta altmışar kiloluk, öfkeli birer gülle gibi duran hanımları memnun edememenin sıkıntısı, küçük karınca ısırıkları gibi içimi kemiriyordu. Derken benim yine reklam olduğunu sandığım bir kanalda: “Hah,” dedi kayınvalidem. “Ben bu çocuğu seviyorum.” Boş gözlerle Acun’a baktım. Bir süre, on yıl televizyonsuz kalsam da izleyemeyeceğim şeylere bakıp pür dikkat izledi ve hiç tanımadığım, birbirine sinirlenen insanların hepsinin isimlerini vererek bir takım şeyler anlattı karıma. Konuşmadan, konuşulanları duymadan, boş boş bakınarak çayımı içtim. Belki sekiz, on dakikam, belki de daha uzun bir vakit bu şekilde başka bir boyuttaymışım gibi geçiyordu ki, bana seslenildiğini –sanıyorum geç- fark ettim.

“Ha,” dedim. Kayınvalidem ve karım bana bakıyordu..

“Yapı meselesi,” dedi kayınvalidem. “Bu böyle,” diye devam etti. Bu, dediğinin ben olduğunu anlamıştım ama ne konuştuklarını anlamamıştım.

“Dalmışım anne, duyamadım sizi ne dediniz?”

“Duyup duymamak değil, kiminin yapısı böyle. Şakadan anlamaz, şakayı beceremez. O beceriden yoksun olarak gelmiştir dünyaya. Bir şaka yapıldığında da böyle bakar işte,” deyip gözlerini açtı, ağzını büktü. Karımla gülüştüler. Taklidi bana benzemiyordu. Sadece aşağılama içerir bir ifade vardı yüzünde.

“Ama duyamadım ki anne,” dedim. “Dalmışım yani ben. Şakadan anlarım ben ya, iyi şaka yaparım, okulda da yapardım hep… Geçen bir film izledik Vesile, ben söylemiştim hani komik film… Neydi adı Düzenbaz Biraderler mi, neydi hayatım? Anlarım efendim şakadan.”

“Ya bırak Bülent Allah aşkına,” dedi karım. “30 senedir bir tane şaka yaptığını görmedim ben nereye anlarsın şakadan ya?” deyip ters ters bana baktı. Bir kez olsun beni seviyor gibi bakmamıştı. Belki de ben alınganlık ediyorum.

“Vesile nasıl şaka görmedin ya? Şaka, yaparım yani ben… Sude de güler yani bana…”

“Yok yok sende o şey yok, yani damat ben birini eğlendirdiğini, ortamı şenlendirdiğini görmedim bunca zamandır. Bunlar sonradan öğrenilecek şeyler de değil insanın içinde olacak. Gerginsin, çekingensin,” dedi. Konuşurken televizyona bakıyordu. Senin yüzünden, senin huysuzluğunu almış karın yüzünden gerginim ulan muşmula karı, diye bağırdı kafamın içinde biri. “Yapı meselesi yani bu, öğrenilecek bir şey değil. Musa amcanların damadı mesela, o çocuğun da yapısı komik, huyu öyle ay bak adını anınca yüzüm güldü. Vallahi cenaze evine gelsin gülümsetir insanı,” dedi.

“Ben aslında,” dedim. “Anlarım yani iyi şakadan.” Neden bilmiyorum, canım sıkılmış, yüzüme ateş basmıştı. Musa amcanın damadı Ersin’se, patavatsız, sevimsiz, saygısız, bencil herifin tekiydi. Cahil ama ukala bir politikacı edasıyla bilmişlik yapar dururdu. Bir süre sonra kalktık, hep beraber konuşmadan odalarımıza çekildik. Karanlıkta soyunup geceliğini giyen karımı izledim yarım gözle. Beni nasıl biri olarak görüyorlardı? Eğlencesiz, düz, sıkıcı. Kapalı, gri bir hava gibi. Onlar için bunca fedakârlıklar yapmıştım. Her şeyi alttan almış, kimin morali bozulsa eğlendirmeye çalışmış, sevmediğim dizileri izlemiş, kavgalarda susmuş, annesinin komik olmayan şakalarına gülmüştüm. Ama onlar beni nasıl tanımlıyor, nasıl görüyor, bilmiyordum. Hatta belki de ve belli ki hoşlanmıyorlardı.

“Annemin yarın doğum günü Bülent biliyorsun değil mi,” dedi. “Frambuazlı pasta alacaksın gelirken, unutma. Mum bir tane al. Ben de hoş bir şal aldım. İyi geceler.”

“Alırım Vesile, iyi geceler,” dedim. Uzun bir süre ince ince horlamalar dinledim fakat ben uyuyamadım. Gece boyu konuşulanlar, gülüşmeler, bakışmalar, saçma televizyon programları; her şey kafamın içinde bir daha oynuyordu. Vermek istediğim, vermediğim cevapları düşündüm. İncinmiştim.

Zenginlerin uyuduğu, işçilerin kalktığı, serserilerin, kötülerin ve masallardaki o korkunç yaratıkların hala ayakta olduğu o garip, karanlık saatte kalktım yine. Karım hala ince bir sızı gibi inleyerek horluyor. Havanın aydınlanmadığı bu saatte kalkma zorunluluğu, devletimin benden nefret etmesinden başka bir ihtimal getirmiyor aklıma. Her sabah işe giderken, sanki yeryüzündeki kederin hepsini ben hissediyormuşum gibi mutsuz uyanıyordum. Aceleyle, soğuğu ve mutsuzluğu diken diken olmuş tüylerimde, gözeneklerimde, tüm bedenimde hissederek giyindim. Kendime haşlama bir çay demleyip, bir yumurta kaynattım.  Neredeyse 30 yılın tamamında kahvaltımı kendim hazırlayıp eder, bir yumurta, bir bardak haşlama çay, biraz zeytin yiyip baş ağrımın geçmesini beklerdim. Demir gibi soğuk, durağan, katı hayatımı sorgulayıp son lokmaya bıraktığım yumurta sarısını ağzıma atarken omzuma dokunan el, farkında olmadan minik, komik bir çığlıkla beni havaya sıçrattı.

“Hop, pardon evlat ya, günaydın.”

“Aa, babacım günaydın. Boş bulundum, heh,” diyebildim. Evimde bir elin omuzumu sevmeyişi, hayli olmuştu. “Neden kalktın bu saatte yatsana, rahat edemedin mi yoksa?”

“Uyuyamadım da, burada rahat edememekten değil. Bir süredir uyuyamıyorum ben,” dedi. Boş boş kafasını kaşıyıp etrafına bakındı, bir bardak su doldurup içti. “Hatta burada kendi evimden daha huzurlu, rahatım, ne rahat edememesi,” deyip bana baktıktan sonra gülümseyip: “Korkma korkma, gideceğiz,” dedi muzip bir çocuk gibi. Beni tek başınayken hiç rahatsız etmiyor, aksine her konuşmamızda içimi ferahlatıyordu.

“Estağfurullah, istediğiniz kadar kalın baba, olur mu?”

“Annene deme bunu da, kalmasın başına…”

“Estağfurullah baba… Çay bitti ama demleyeyim mi, ben kalkmazsınız diye kendime kadar…”

“Yahu yok evladım, işe gideceksin zaten. Ben öyle hem uyuyamadım işte, hem su içeyim. Hem de bizimkinin de bir saat sonra kalp ilacını içmesi lazım, uyandırıp içiririm ilacını diye, geziniyorum öyle. Sana kalkıp bir çay bile demlemiyor mu bizim kız?”

“Gerek yok baba neden kalksın o da bu saatte, baksana karanlıklarda kalkıyoruz. Sen neden uyuyamıyorsun bir süredir baba?”

“Uyuyamıyorum,” dedi. Suratı bozuldu, öylece dalıp gitti. Neden bilmiyorum, yardıma ya da konuşmaya ihtiyacı var gibi hissetmiştim. Kolunu tuttum.

“Anlatmak ister misin baba, konuşuruz. Şimdi pek vaktim yok ama rakı alırım akşama bize bir ufak, dertleşiriz, ha? Baştan annemin doğum gününü kutlarız, sonra ikişer duble parlatırız baba, oğul, ne dersin?”

“Sağol evlat,” diye gülümseyip elimi sevdi. Gözlerinde garip, o güne dek olanlardan farklı bir bakış, yabancılık vardı.

Belki yorucu değil ama boğucu bir iş gününün ardından önce ellilik bir rakı aldım. Pahalılık artık kalp kırıcı bir boyuta ulaşmıştı. Tekelden kalbim kırık çıktım. Yağmur çiselemeye başlayınca, adımlarımı telaşla sıklaştırdım çünkü bu geceye dair planım vardı. Önce Ateş Pastanesi’nden gerçek pasta sonra da düğünler için olan plastik pastalardan aldım. Yolda kendime gülümseyip, uzun zamandır hissetmediğim o yaramaz, muzip çocuk ruhumu hatırladım. Komik, eğlenceli olmadığımı, şakadan anlamadığımı söyleyen kayınvalideme hoş bir sürpriz düşünmüş, saf bir ilkokul öğrencisi heyecanına kapılmıştım. Aldığım bu birkaç şeyin nasıl maaşımın üçte birine denk geldiğine şaşırıp söverek eve yürüdüm. Sisli, güneşsiz distopik film sahneleri gibi karanlıkta çıktığım evime yine karanlıkta giriyordum.

Evime gelince de hissettiğim kasavet azalmadı ancak gene de planladığım şaka, içime ufak bir enerji veriyordu. Yine pek konuşmadan yemeklerimizi yedik. Arada fark etmeden muzip bir gülümseme yüzüme yansımış olacak, babamın birkaç garip bakışmasıyla denkleştik. Üzerine düşünmedim ama yine geceki gibi biraz garip, solgun, terlemiş görünüyordu. Sofradan kalkınca sadece birer duble içtiğimiz rakıyı, özenle dolaba yerleştirdim. Masadan birkaç bulaşık tabağı alıp karımla birlikte mutfağa taşıdıktan sonra:

“Bulaşığı yerleştirince al annemle babamı, götür birkaç dakika içeriye. Ben hazırlayacağım pastayı falan. Sonra gelin, tamam mı hayatım?”

“İyi tamam. Frambuazlı aldın değil mi? Başka yemiyor bak.”

“Evet evet. Sen şimdi onları içeriye götür bir şey göstereceğim falan de işte, iki dakika sonra gelin.”

“İyi, bekle biraz. Şunları yerleştireyim,” dedi. Mutfak bir süreliğine tabak, çatal şıkırtılarıyla yankılandı. İçeriye gittim. Üçlü koltuğa, babamın yanına oturdum.

“Rakıyı,” diye fısıldadım. “Gece içeriz.” Manasız, solgun gözlerle bana baktı. Sonra karısına, sonra da yine bana.

“Ney?”

“Rakı rakı.”

“Ha...” dedi. Yine kayınvalideme, sonra da halının desenlerine dalıp, kaybolup gitti. O sırada Vesile elinde havluyla ıslak ellerini kurulaya kurulaya içeri girdi.

“Annecim,” dedi. “Gel içeri bak sana Sude’nin hani dedim ya takı kursuna gidiyor, son yaptığı şeyleri göstereyim,” deyip omzunu sevdi. Kayınvalidem alnını ovalıyordu, yüzü beyaza çalmıştı. Bu akşam herkes bir garipti.

“Benim, başım dönüyor sanki biraz ya,” dedi.

“Aa, tansiyonun düşmüştür o zaman, gel annem ölçelim içeride.”

“Kızım buraya getirsene tansiyon aletini, başım dönüyor beni neden sürüklüyorsun?” Dizimle babamı dürtüp işaret ettim. Aptal aptal bakınıp kurumuş dudaklarını yaladı, bir süre tepki vermedi, en sonunda:

“Hadi hadi, gel bakalım bak tansiyonunu ölçsünler,” deyip, yerinden doğruldu. Karısına koluna girip eşlik etti. Üçü birden içeriye gittiler. Ben hemen hızlı hızlı, plastik düğün pastasını odaya getirdim. Işıkları kapattıktan sonra pasta maketini masanın en kenarına koyup, kafamı içine geçirip diz çöktüm, beklemeye koyuldum. Üç çift ayak sürüne sürüne yaklaşınca, neredeyse bir kahkaha patlatıyordum heyecandan. İnsanın böyle şakalarda kendi kendine güleceği çıkıyor. Odaya geldiklerini seslerinden, tam duyamasam da anlamıştım. Karımın “anne iyi misin,” dediğini, kayınvalidemin inler gibi ince ince ofladığını duyar gibi oldum. Işık yakılınca, beş altı saniye kadar pastaya bakıp gerçek doğum günü pastası olduğuna inanmalarını bekledikten sonra kafamdaki pasta maketini fırlatıp “sürpriiz annee” diye bağırdım. Tam karşımda, gülümsemeler ve alkışlar beklerken, donuk, ifadesiz duran terli babam, ağzını bükmüş bir bana, bir annesine bakan telaşlı karım ve ortalarında da “ay” diye bir çığlık attıktan birkaç saniye sonra da göğsünü tutarak yere yığılan kayınvalidemi buldum. Onun “ay” nidasına karımın çığlıkları eşlik ederken, hala gülümsemesi bozulmayan dudaklarımdan “şaka ya” diye sadece benim duyabildiğim iki kelime çıkıverdi.

Her yanıma yayılmış aptallık, birdenbire çok kötü bir heyecan ve çığ gibi bir telaşa bıraktı yerini, yığılan kadının yanına koştum. Gözleri ters dönmüş, dili dışarıya sarkmış, bembeyaz vücudu kar gibi soğumuştu. Başım dönmeye, gözlerim kararmaya başladı. Nabzına baktım, atmıyordu. "Nabzı," dedim, "atmıyor." Karımın çığlıkları, ağlamaları, kulaklarımın çınlamasıyla yarışıyordu. Telefon nerede, diye feryat ederek içeri koştu. Babam tepemizde öylece dimdik, bir kule gibi hareketsiz, tepkisiz bize bakıyordu. Sakinliği beni bir miktar daha dehşete düşürmüştü. Bir insan daha ne kadar dehşete düşebilirdi, bilmiyorum.

“Baba,” dedim. “Bir şey yapsana.”

“Ne yapayım oğlum ölmüş insana ben,” diye cevap verince, başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü, tekrar bayılacak gibi hissettim, o an beni ensemden tutup koltuğa oturttu. Hayatımın son iki dakikası, yıllar süren ve hiç geçmeyecek gibi görünen kapkara bir akvesten ibaretti.

“Nereden biliyorsun baba ya, ölmemiştir,” dedim. Konuşurken çenem benden, kelimelerden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Gene de düzgün konuşabildim.

“Sen dedin ya oğlum öldü diye,” deyip gülümsedi, yanağımı sevdi.

“Şaka,” dedim. “Şaka yapayım dedim ben, dün dediler ya bana şakadan anlamıyorsun diye. Onun için baba…” Artık ağlıyor, kekeliyordum.

“Hakikaten anlamıyormuşsun evladım,” dedi.

Babam terliklerini sürüye sürüye, sakince çıktı odadan. Şok içindeydim. Nasıl olmuştu tüm bunlar? Yerde ölü gibi yatan kayınvalideme baktım. Sonra gibi değil, ölü olduğunu hatırlayıp daha çok ağlamaya başladım. Karım geldi, hıçkırarak, “Allah belanı versin,” diye bağırıp gene gitti. Hayatım bitmişti. Meğer şikâyet ettiğim, bunaldığım evim, evliliğim, işim, boktan hayatım ne güzel, ne tasasızmış ya Rab. Beynimin tam ortasından bir inşaat demiri sokulmuş gibi kafam ağrıyor, tutuk aklım keşke tüm bu olanları geri alabilsem, diye bomboş, hastalıklı bir histen başka bir çözüm üretemiyordu. Ne olurdu iki buçuk dakika öncesine dönebilsek, ne değişirdi dünyada sanki? Ne olurdu? Babam, bezgin ve sakin olarak çıktığı odaya elinde rakı ile aynı vakur edayla geri döndü. Ölü, beyaz sol kolun üzerinden atlayarak sandalyeyi çekti, kadehlerimizi doldurdu.

“Gel bakalım,” dedi. “Rakı içecektik bugün.”

“Şimdi mi baba,” dedim.

“Ya ne zaman?” Doğru diyordu. Hapse girince içecek halim yoktu. Kalkıp bir umut yine nabzını, nefesini, kalbini kontrol ettikten sonra karşısına oturdum. Karım içeride ağlaya ağlaya birileriyle konuşuyordu.

“Bu vicdan azabıyla nasıl yaşayacağım bilmiyorum baba. Vesile’nin annesini, senin karını, Sude’nin babaannesini öldürdüm,” birkaç kısa, kesik hıçkırık cümlelerimi böldü. Rakıyı diktim, yenisini doldurdu. “Gülümsesinler, sevsinler istedim. Ömrümün geri kalanını hapishanede mi geçiririm artık bilmem. Hayat eşinin ölmesine sebep oldum baba…”

“Şşşt,” dedi fısıltıyla. Göz ucuyla diğer odayı, hala telefonla konuşan Vesile’yi kolaçan etti. “Ben öldürdüm ben, sus artık ahmak evlat.”

“Ney,” diyebildim çeneme akan salyayı toparlayamayarak. “Şaka yapıyorsun baba bak, ben yapamıyorum ama sen yapabildin...”

“Lan oğlum, yanlış ilaç verdim kadına. Canıma yetti, ciğerimi yedi bu kadın benim. Ömrümde daha bir yıl da kaldıysa, ben onu yalnız yaşamak istiyorum. Çok düşündüm. Denk geldi senin pastadan çıkma şakana oğlum, sen bir şey yapmadın yani. İlaç verdim anana.” dedi. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi şaşırmıştım. Dünyaya yeni gelmiş gibiydim.  Gene de sanıyorum ki içimi yavaş yavaş kaplayan bu garip şey, sevinç benzeri bir şeydi. Bomba gibi bir kahkaha patlattım. Rakısını uzattı, “Çak bakalım,” dedi.

“Çak babacım,” diye tekrarladım gülerek, kadehleri tokuşturduk. Kafam olmuştu.

“Şakan,” dedi. “Zamanlama kötü denk geldi ama güzeldi Bülent. Başka bir zaman olsa gülerdim ben,” yerde yatan karısına baktı, “Ama bu karı gene gülmezdi.”

“Valla mı baba, beğendin mi,” diye gülüş daha patlattım. O sırada perişan haldeki karım odaya gelip boş boş, mana arayan gözlerle bize baktı. Ağlamaktan kızarmış yüzü, bir an çok güzelleşmiş gelmişti.

“Ne yapıyorsunuz be siz?”

“Hayatım anneni baban zehirlemiş, ben değilmişim ya,” deyip güldüm. Boyuna gülüyordum. Vesile’nin de babamın da yüzü saniyeler içinde allak bullak oldu. Karım, tutunacak bir yer arandı. Gözleri yukarı kaydı, kalbini tutup ölü gibi yere yığıldı.