Komşusu, ağabeyi bildiği Remzi Efendi'nin selâsını verirken ağlayacak olmuştu Yasin Hoca. Hatta Hûseyni makamında okuduğu selânın son kısmında dalgınlığa kapılıp Dilkeş-hâverân makamına geçtiyse de "seyyidel evveline vel ahirin" derken toparlamıştı. Remzi Efendi, ücrada toplanmış, şehir edebi görmemiş bu kuytu mahallenin en saygıdeğer sakinlerinden biri olarak bilinirdi. Yüreğindeki faniliği çoktan silmiş, kendini ilahi duyguların deryasına bırakmış; yaradanın yarattığı ne varsa sevgi ile karşılayan, kader işi tüm musibetleri hayra yoran ve bu ruhaniliği ilahen yüzünde nur gibi taşıyan, yaşı çoktan kemalin kemaline ermiş ve herkes tarafından sevilen mahallenin en büyük ağabeğiydi. Doksan küsur yaşında vefat eden Remzi Efendi'ye efendi demelerinin sebebi ise zamanında memurluktan sebep devlet adabı görmüş hatta birkaç ses getirmiş siyaset adamıyla da aynı masada oturmuş olmasıydı. Emekliye ayrıldıktan sonra doğduğu bu kuytu mahalleye taşınıp eşiyle; Allah'ın emri ölümü beklemeye başlamışlardı. Rahmetli Fatma Hanım ondan on beş sene evvel göçmüş, geride hayırsız üç çocuk ve gözü yaşlı eşini bırakmıştı. İşte o günden beri tüm mahalle seferber olup ağabeylerine yardım etmekte, ara sıra evini temizleyerek, öğlenleri sıcak bir tas çorba ikram ederek hayır duasını almaktaydı. Yaşlılıktan eli pek de iş tutmadığı için tüm bu hayırları mahcup karşılayan Remzi Efendi, herkese yaptığı iyiliklerin karşılığını alması için ancak dua edebiliyordu. Hoş kimse ondan maddi bir kısas istemese de o dayanamaz, yoldan topladığı ağaç parçalarından yaptığı; elif, hâ, dal, ra, sin, sad, tı, ayın, kef, lam, mim, vav, he, lâmelif, yâ harflerini günlerce çakısıyla işledikten sonra kendisine iyilik yapanlara takdim ederdi. Bu hediyeyi alan çocuklar mutlu mesut analarına, babalarına götürmeye gider, büyükler ise elini öperek karşılık verirdi. Mahallelinin onu sevmesinin sebebi ise kimseye bir zararı dokunmadığı gibi, herkese bir şeyler öğretmesiydi. Okul çağındaki çocuklara anlamadığı dersleri öğretir, ona hayat hakkında soru soran yetişkinlere ise haddine olmadığını da söyleyerek tavsiyeler verirdi. Hayatı boyunca ilmin peşini bırakmamış, bulanık gören gözlerine rağmen kendini okumaya ve yazmaya adamış, bu yüzden bilgisine ve doğruluğuna tüm ahali kanaat getirmişti. Çoğu zaman elinde çeşitli fıkıh kitapları, ara sıra da mahallelinin pek de anlamadığı dünya klasikleri görülürdü. Remzi Efendi tüm bunların yanında dinibütün biri olduğu için ayrıca saygı duyulur, ara sıra camiide yapılan sohbetlerde bildiklerini anlatması rica edilirdi. 


Yasin Hoca selâyı bitirirken neredeyse tüm ahali kapılarının önünde, cami avlusunda ve yollarda öylece, merhumun adına yapılan, acıklı ilanı pür dikkat dinliyordu. Sanki vefat eden kişinin kim olduğu bilinmiyormuşcasına dinliyordu herkes. Oysa mahallede Remzi Efendi'nin vefatını duymayan tek bir kimse bile yoktu. İlanın ikinci tekrarı edilirken ölümün gerçekliği de artmış, artık çoğu kişi kendi hayatını sorgulamaya koyulmuştu. 


"Öğlen namazına müteakip, camiimizde kılınacaktır." 


Yasin Hoca bu ölümün zamansız olmadığının farkında ancak yine de çok üzülmüş, günlerce etkisinden çıkamamıştı çünkü aralarında iyi bir dostluk vardı. Neredeyse kendi yaşının iki katı olmasına rağmen Remzi Efendi'nin kendisine "arkadaş" diye seslenmesi hoşuna gidiyordu. Çoğu zaman onu kendisinden bilgili zannediyor ancak bu bilginin ona karşı hiçbir zaman böbürlenerek aktarılmaması merhumu onun için daha değerli kılıyordu. Hatta bazı zamanlarda harcıfıtrat kibrini bir kenara bırakıp ona sorular sorduğu bile oluyordu. Bu sorular genellikle ezbere bildiği islam ilminden değil, insan ilmiyle ilgili oluyordu. Remzi Efendi insan davranışı konusunda çok bilgili, devletin farklı şehirlerdeki vazifeleri neticesiyle de çokça tecürbeli olduğu için, arkadaşının bu bilgilerinden fırsat buldukça yararlanırdı.


Dört gün önce ise son konuşmalarını yapmışlardı. Remzi Efendi elden ayaktan iyice kesilmiş, ruhunun bedenini terk etmesini beklerken, başında dualar okuyan Yasin Hoca'nın tavırlarından güç bela dilinde bir soru beklediğini anlamıştı. Duasını bitirir bitirmez bu soruyu duymak için hamle yapmıştı.


"Sor arkadaş sor, bakma! Ölüm döşeğim rahat." Dedi, zorlanarak.


"Estağfurullah ağabey. Sen istirahatine bak iyisi mi" Diye, karşılık verdi.


"Sen beni düşünme, zaten Allah izin verirse sonsuz istirahate ererim. Nedir senin canını sıkan?" Diye, üsteledi. 


"Ağabey, bizim İlyas. Bacak kadar boyuyla türlü türlü şeyler aklediyor. Ben bu camiinin imamı olmasam iki sopa atar aklından silerim tüm o şirkleri, mahallenin dedikodusuna da sırtımı döner yaşarım. Ama korkum millet duyar "koskoca imam oğluna iman verememiş biz nasıl ardında saf tutalım" der. Der mi derler ağabey. Kaç kez dedim böyle şeyler düşünme. Her suallerine saatlerce cevap verdiğim de oldu, anlıyor, başını sallıyor, günler geçiyor bir bakıyorsun tövbeestağfurullah bir abdestle tüm vakitleri kıldığı oluyor. Vallahi kanım kuruyor ağabey zor tutuyorum kendimi. İmam olmasam." 


Yasin Hoca konuşurken sürekli yere bakmış, anlaşılan zihninde İlyas'ı hayal etmişti. Sol yumruğu ise konuşurken sürekli sıkılı kalmış, susunca dahi açmamıştı. Gözleri bir küçülüyor, bir büyüyordu.


"Bak arkadaş! Ana babanın imtihanı her daim evlattır. Ancak istediği gibi bir evlat yetiştirmektense, evladının istediği gibi olmasına önayak olursa geçer bu imtihanı ana babalar. Senin oğlanın aklına, kalbine belli ki takılan şeyler var. Sabır edip cevap vermekten başka çaren var mıdır? Oğlanın aklına yatar da bu hallerinden cayarsa ona, caymazsa ona. Kıldığı namazları eğer sana niyetle kılıyorsa ona da yazık. Evladının zihnini, kalbini değiştirmedikten sonra her rekatta abdest alsa ne yazar?" Nefes aldı ve devam etti.


"İyilik de, kötülük de kalpte başlar. Rabbin hesabı bilinmez, ancak iyilik olmayan bir kalp bu dünya için hiç yararlı değil arkadaş. Bana kalırsa sen evladına iyilik ver, imanı o bulursa bulsun. Ha! Bir de, o yumruğun eğer sıkı kalırsa muhakkak açmak için vurman gerek, benim haddime değil hoca olan sensin ama, zarar vermek de günahtır be arkadaş."


Cenaze namazına tüm mahalle gelmişti. Hatta çevre mahallelerden birkaç tanıdık yüz de oradaydı. Neredeyse iki yüz insan, camiinin avlusuna sığamayıp yolları doldurmuştu. Ön safta Remzi Efendi'nin bayramdan bayrama görünen kelli felli üç oğlu ve belli belirsiz akrabaları vardı. Oğullar, cenazeden bihaber duruşlarıyla herkesin dikkatini çekiyordu. Başsağlığı dileyen herkese neredeyse gülümseyerek teşekkür etmeleri Yasin Hoca'nın küçük oğlu İlyas'ın gözünden kaçmamış, buna iyice şaşırmıştı. Küçük aklıyla bunu sorgulamak istediyse de sürekli birilerinin verdiği işler yüzünden dikkati dağılıyordu. Remzi Efendi'nin oğulları millete yor yordam gösterecek değillerdi; çünkü ne şadırvanın yerini bilirlerdi ne de başsağlığı dileyenlere ne kadar kolonya dökeceklerini. Bu yüzden bu ıvır zıvır işleri Remzi Efendi'nin manevi kardeşi Yasin Hoca'nın oğulları İdris ve İlyas'a yaptırmakta karar kılmışlardı.


İdris, ilahiyat üniversitesini yeni bitirmiş, askerlik vazifesi için yüce devletten tayin bekliyordu. Döndüğünde ise memuriyet ve din hizmetleri sınavlarına girip babası gibi imam olmak için şimdiden hazırlanmaya başlamıştı. Annesi Nida Hanım İdris için şimdiden makul bir gelin arayışına girmiş, soran olursa oğlunun imam olacağını göğsünü gere gere söyler bundan mutluluk duyardı. İdris, hem ahlakıyla hem ağırbaşlılığıyla küçüklüğünden bu yana sevilirdi. Namazlarını hep cemaatle kılar, küçük çocuklara cüz dersi verir ve elinden geldiğince bildiği ilmi başkalarına aktarır, bilmediklerini ise babasından tasdik edip öyle neşrederdi. Cemaatte bekar kızı olanlar onun iyice büyümesini, işini gücünü eline aldığında hayırlı bir iş için kapılarında bekleyebileceklerini Yasin Hoca'ya sürekli söylerdi. Hatta Remzi Efendi de İdris henüz üniversite tahsiline başlamamışken onun kıldığı namazların hayrına atıfta bulunarak, dikkatli baktığında secde eden bir insana benzediğini, onun da yüzünün secdeden kalkmamasını temmeni edip, hayırlı bir insan olması için dua edeceğini söyleyerek kendi eliyle oyduğu 'mim' harfini hediye etmiş, İdris'i oldukça mesut etmişti.


İş, İlyas için böyle değildi. Aynı tezgahtan çıkmalarına rağmen İlyas ailesi tarafından pek dinibütün sanılmaz, bunu da millete göstermemesi sürekli telkin edilirdi. İmam oğlu olmasına rağmen bazı vakitlerde hastalık bahane ederek camiiye gitmez, namazını evde kılacağını söylerdi. Nida Hanım on sene evvelki trafik kazası sebebiyle bacakları tutmadığı için diğer odada namaz kıldığını söyleyen İlyas'ın gerçekten kılıp kılmadığını tayin edemiyor ancak günahını da almamaya dikkat ediyordu. Yasin Hoca cemaatle kılmadığı namazlarını annesinin önünde kılmasını, ne olur ne olmaz yatalak kadının bir şeye ihtiyacı olursa diye orada bulunması gerektiğini söylerdi. İlyas, cemaat dışında kılınan namazların kimsenin önünde kılınmaması gerektiği hakkında şeyler söylerken Yasin Hoca bu bilginin doğru ve hayırlı olmadığına İlyas'ı ikna etmeye çalışırdı. Böyle hükümler vermenin imanını zedeleyeceğini, önü sonu olmayan bir inanca dönüşeceğini sürekli söylese de İlyas, haddi olmayan şeyler söyleyeme devam ederek babası ve annesinin tövbeler etmesini sağlıyordu. 


Bir gün, Remzi Efendi'ye babasının şehir merkezinden aldığı lokum ve keçiboynuzu pekmezini götürürken yolda canı çekmiş, peçete içindeki on lokumdan beş tanesini yemiş, pekmeze de parmağını birkaç kere daldırmıştı. Remzi Efendi'nin evine varıp ikramları verdiğinde adetten soluklanıp hal hatır soracakken içerden tepsiyle gelen yaşlı adamı görünce kalkıp tepsiyi elinden almış, çay tabağındaki beş lokumu, iki çay kaşığı batırılmış kase içindeki pekmezi ve birkaç parça ekmeği görünce, İlyas'ın yediği lokumlar boğazına dizilmişti. Remzi Efendi hazır çayı olmadığını, ancak vakti varsa hemen demleyebileceğini söylediğinde İlyas, iyice utanmış çayı kendisinin demleyebileceğini söyleyerek mutfağa gitmişti. Çay demlenene kadar ocağın başında beklemiş, kaynadığında iki bardak ile içeri gitmiş, ne lokuma ne pekmeze ne de ekmeğe dokunulmadığını gördüğünde Remzi Efendi'ye neden yemediğini sormuştu. Kendisinin misafir olduğunu, önce onun yemeye başlamasını söylediğinde neredeyse kıpkırmızı olacaktı. Pek iştahı olmadığını söylediğinde Remzi Efendi müsaade isteyip bir lokum yiyerek "ziyade olsun" demiş, İlyastan çay doldurmasını rica etmişti. İlyas evden ayrıldıktan sonra Remzi Efendi'nin aklına Yasin Hoca ile yıllar önce aralarındaki on lokumluk borç gelmişti. Şehir merkezinden yeni dönmüş, yolda karşılaştığı Yasin Hoca'nın küçük oğlu İlyas, elindeki poşette gördüğü lokum için bağır çağır ağlayıverince lokumların yarısını bir peçeteye sarıp İlyas'a vermişti. Yasin Hoca, bunu ancak borç olarak kabul edeceğini, misafirlikte de olmadıkları için ikram sayılmayacağını ve lokum alabilecek maddi gücü olduğu için karşılıksız kabul edemeyeceğini söylediğinde onu onaylayıp yoluna devam etmişti. İş ki Yasin Hoca borcunu unutmuş, yıllar sonra aklına gelmiş, kendini affettirmek için ağzı iyice tatlansın diye de lokumların yanına pekmez eklemiş olsa gerekti. Remzi Efendi, Yasin Hoca'nın borcuna sadık olacağını bildiğinden, eksik olan beş lokumun lafını etmemiş, İlyas'ın yolda yarısını yediğinin farkında ancak nefsinin tam körelmediğini düşündüğü için kalan beş lokumu da ikram etmek istemişti. 


Musalla başındaki Yasin Hoca helallik istemeden önce sesi titremesin diye boğazını iyice temizledi. Tüm kalabalık huşu içinde haklarını helal ederken Yasin Hoca ve İdris göz yaşlarına hakim olmamış, birkaç damlanın yanaklarına akmasına izin vermişti. Merhumun naaşı Demirci Hüseyin'in pikapıyla mezarlığa götürülmek üzere hazırlandı. Ölmeden önce Yasin Hoca'ya iyice tembihlemiş, cenaze işleri için devletin imkanlarını zorlamamasını, mahallesinin çok ücrada kaldığını bahane ederek belediye işlerini boşuna zahmet ettirmemesini, mezarlığın da yakın olması sebebiyle cenaze nakil aracına ille de gerek olmadığını, Demirci Hüseyin'e rica ettini ve naaşının camiiden mezarlığa onun pikapıyla götürmeleri gerekiğini söylemişti. Yasin Hoca merhumun akli dengesi yerinde iken söylediği her şeyin vasiyet sayılacağını bildiği için bunu yerine getirmişti. 


Demirci Hüseyin direksiyonun başına geçtiğinde yanına kimin oturacağının tartışması başlamıştı. Remzi Efendi'nin üç oğlu kendi aralarında didişiyor, büyük ve ortancanın en küçüklerinin pikapın kasasında gidebileceğini, iki ağabeyinin de ön koltuğa sıkışmaları gerektiğini kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Küçük oğul ise kıyafetlerinin kirlenebileceğini, araba bir çukur ya da tümseğe geldiğinde dengesini kaybedip düşebileceğini bahane ederek üçününde ön koltuğa sıkışmaları gerektiğini savunuyordu. Yasin Hoca bu tartışmalara dayanamadığı için üç kardeşi de yanına çağırıp merhum ile birlikte mezarlığa gidip gitmemenin bir önemi olmadığını, bu yüzden kendi arabaları ile arkadan takip edebileceklerini söyleyerek onlara bunu kabul ettirdi. Nihayetinde Demirci Hüseyin ile Yasin Hoca arabaya binmiş, arka tarafta ise Remzi Efendi'nin sağına İdris, soluna İlyas geçmişti. Yol boyunca dualar mırıldanan Yasin Hoca'nın yanakları belli belirsiz ıslak, Demirci Hüseyin ise merhumun vazifesini yerine getirdiğinden vakur bir şekilde ardından iyi niyetler söyleyerek ağır ağır gidiyorlardı.