(Bu, abimden dinlediklerimle yaptığım bir kurgudur. Yaşanmışlık ondan, öykü benden, takdir sizden)


90’lı yılların sonunda, Antep’in bir ilçesinde, iki bekar öğretmen olarak bir aile evinin giriş katında oturuyorduk. O yıllarda ev, bir yatırım aracı olarak görülmezdi. Ev, çocuklar için birkaç katlı yapılır, onlar evlenene kadar da kiracılara verilirdi. Biz de, yirmi yedi yaşında olduğu halde hala bekar dolaşan Mehmet’in sayesinde ve onun müstakbel evinde oturuyorduk.


Ev arkadaşım Özgür Antepliydi, ben ise İzmir’den gelmiştim. Birimiz Fenerli, diğeri Beşiktaşlı olsa da birlikte Cimbom’un Avrupa maçlarını izliyor, kaçak göçek bir iki bira içiyor, kimi akşamlar kahvede ihale, yüz bir oynuyor ve ama daha çok da ev sahibimiz Salih abiye gülüyorduk.


Yanlış anlaşılmasın, Salih abi komik biri değildi; hatta fazla ciddi bir adamdı. Memur emeklisi olup da emekli olduğu halde kravat takanlar vardır ya; hah, işte onlardan biriydi. Yaşıtları içerisinde eğitime ulaşma olanağı yakalayan ender kişilerden biri olduğu ve kravatı da bunun bir sembolü olarak gördüğü için asla boynundan çıkarmazdı. Şehirli aile terbiyesinin üzerine o yılların okul eğitimi ve otuz yıllık devlet memuriyeti disiplini eklenince Salih abi, gerçekten de ciddi bir adam olup çıkmıştı. Ama işte tam da bu sebeplerle bazı davranışları o sakil duruyordu ki… Biz bunları alıyor, köpürtüyor ve her defasında gülme krizine giriyorduk. Bir keresinde mesela, kapı önünde çocuklar kavga ediyorlardı. Salih abi camdan çıkıp arada bir küfür de ederek güya onları kovmaya çalışmış ama çocuklar, kendilerine söz söylendiğini fark etmemişlerdi bile. O günden sonra ismi, “dünyanın en sallanmayan adamı” olmuştu aramızda… Salih abi ne zaman söz söyleyecek olsa, muhakkak gözlüklerini başının üstüne kaldırırdı. Neden böyle yapardı, anlamazdık. Neticede gözlük, iyi görmeye yarar bir aletti ve galiba bu durumda Salih abi, söz söyleyeceği kişiyi iyi görmek istemiyordu. Ve biz, bunu da kısa sürede kahkahaya çevirdik. Akşamları evde çay içerken ben, İzmir Kemeraltı’ndan on liraya aldığım sikko güneş gözlüğümü “bak şimdi Özgürcüm” deyip alnımın üstüne kaldırınca başlıyorduk gülmeye… Hah, şunu da anlatmazsam olmaz. Dindar biri değildi ama arada bir namaz kıldığına da denk gelirdik Salih abinin. Yaşına göre dinç de biri olduğu için şöyle bir şey uydurmuştum; Salih abi namazını kılıyor, sağına ve soluna selamını veriyor, seccadeyi toplayıp omzuna atıyor ve tıpkı Bruce Lee gibi geriye doğru esneyip avuç içlerine yere koyup zıplayarak kalkıyor. İşte hiç yaşanmayan bu görüntü, nasıl olduysa günlerce gözlerimizin önünden gitmemiş ve bizleri kahkahalara boğmuştu…


Neden bilmiyorum; mide kanaması geçirdim. İlk defa yaşadığım kentten çıkmış olmanın yarattığı sıkıntının üstüne, olabilecek en kötü okulda ve olabilecek en akılsız ve baskıcı idarecileriyle çalışmanın yarattığı stres sebep oldu sanırım. Ancak yine de şaşırdığımı ve mide kanaması geçirmeyi kendime yakıştıramadığımı hatırlıyorum. Zira daha yirmi iki yaşımdaydım ve sağlıklı da biriydim… Velhasıl, Antep merkeze sevk olundum ve tedavim süresince de bir hafta kadar hastanede yattım. Sağ olsun, ev arkadaşım Özgür, neredeyse her gün yanıma muhakkak uğradı. Ve elbette bir gün, Salih abi de geldi yanıma…


Gerçekten çok iyi bir insandır Salih abi ve çok severim. Hakkında yaptığımız esprileri duysa, eminim o da beni sevmeye devam eder. Öyle de rahat bir insandır. Ama o gün, tüm bu yaptığımız esprilerden bir adam karşımda oturmuş, bana geçmiş olsun diyordu ve işin kötüsü Özgür yani hem ev hem gülme arkadaşım da hemen karşımdaydı. Salih abi bir şeyler anlatıyor, ben gülmemek için dışarı bakıyorum. Ama dışarı bakınca da aklıma, “dünyanın en sallanmayan adamı” geliyor. Resmen dudaklarımı kemiriyorum. Salih abi, “Allah şifa versin” diyor, benim aklıma, namazı karateciler gibi noktalayan biri geliyor. “Ya hu, adam geçmiş olsun demeye gelmiş, sen sağa sola bakıyorsun, ayıp oluyor” diyerek nihayet doğrudan göz göze geldim Salih abiyle. Galiba bunu bekliyordu ki “şimdi bak Kurtuluşçum” diyerek gözlüklerini yukarı doğru kaldırdı. Bir ara Özgürle göz göze geldik. Emin olun, yeryüzünde bu kadar senkronize kahkaha bir daha yaşanmayacaktır. Bu öyle bir kahkahaydı ki neye güldüğümüze dair en küçük fikirleri bile olmayan odadaki diğer hastalar da katıla katıla gülmeye başladılar. Olay o değil, mide kanaması geçirmiş adamım nihayetinde. Karnımda zaten dehşet ağrılar var. Belki ikinci kanamayı geçireceğim ama kendini durdurmak kolay değil ki. Hele ki Salih abinin bakış açısından çıktığı için rahatça yerde yuvarlanan Özgürü görerek… Gülmek, elbette çok güzel bir şey ama hem mide ağrısı hem Salih abiye ayıp ediyor olma kaygısı ve can havliyle beynime başvuruyorum. “Kurban olayım, beni bu beladan kurtar!” “Sevdiğin kız vardı ya, Medine; başkasıyla nişanlanmış.” diyor beynim. Bula bula bunu mu buldun lan! “Bir haftadır yatıyorsun burada. Müdürün tutanak tuttuğunu söylemek için arıyor seni” diyor bu sefer. Dünkü öfkemi canlandırmak istiyor; eh biraz işe de yarıyor. En son “iki yıl önce nenen öldü lan senin” diyor ve o oluyor. Gülme krizim geçiyor. Özgürle birlikte Salih abiyi yolcu ediyoruz. Galiba biraz şaşkın. “Tekrar geçmiş olsun” diyerek ayrılıyor yanımızdan. Özgürle birbirimize bakmamaya çalışıyoruz. Ey gülmek; bugün git, yarın gel, şimdi zamanı değil.



28 Mayıs 2022

Gültepe